|
Osmanlılık

Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın geçenlerde Lozan anlaşmasına dâir eleştirel konuşması harâretli tartışmaları tetikledi. Bâzı çevreler modern Türkiye'nin kuruluş ve tanınırlığını sağlayan bu metnin, sağlamış olduğu târihsel kazanımlarla tartışılmaz bir metin olduğunu savundular. Buna göre, Lozan'a karşı çıkmak, Türkiye Cumhûriyetini Osmanlı geçmişinden ayıran “kuruluş değerlerine” karşı çıkmak anlamına gelmektedir. Muhalefet Partisi lideri Sayın Kılıçdaroğlu'nun, Sayın Erdoğan'a; “Lozan sâyesinde orada oturuyorsun” demesi de bunun ifâdesi olsa gerekir.



Türkiye'de siyâsal kültürel tartışmaların birkaç ayağı olduğunu biliyoruz. Etnik kulvarda Türklük-Kürtlük; mezhebî kulvarda ise Sünnilik-Alevîlik çok harâretli olarak tartışılıyor. Bir başka eksen de “din-lâiklik” geriliminin etkilerini görüyoruz. Bu çok sıcak alanlara göre “Osmanlılık-Türklük” tartışması sanki tâli kalıyor. Hattâ, Osmanlılık kodu, bahsi geçen anaakım tartışmalara eklemlenen bir bağımlı değişken olarak çalışıyor. Meselâ Türk-Kürt geriliminde “Osmanlılık” her iki tarafın da zaman zaman kullandığı bir âlet gibi işlem görüyor. Türkçülük Osmanlılığın bizâtihî Türklüğü imlediğini savunuyrken; modern Türkiye Cumhûriyeti'nin belirli dönemlerde başvurduğu zorla Türkleştirme uygulamalarından yılmış olan Kürtçülük siyâseti zaman zaman Osmanlı devirlerinde Kürtlerin hiç değilse daha geniş bir muhtâriyet yaşadığını savunabiliyor. Tabiî ki bu düşük yoğunluklu bir “Osmanlıcılık” ve biraz da Kürtçü siyâsetlerin ideolojik farklılıklarına göre değişebiliyor. Seküler ideolojik tercihleri olan Kürtçülük; hele hele mezhebî düzeyde bahis konusu Sünnî olmayan Kürt grupları olunca, Osmanlı ile Türkiye Cumhûriyeti arasında, “Kürtleri ezmek, sindirmek ve asimile etmek” îtibârıyla bir farklılık olmadığını iddia ediyorlar.



Sünnîlik-Alevîlik geriliminde ise apaçık görülüyor ki; anaakım Alevî iddiaları keskin bir Osmanlı karşıtlığını kesintisiz sürdürüyor. Buna mukâbil, Sünnî tezler, buna serâpa “Sünnî bir Osmanlılık” sâhiplenmesi geliştiriyorlar.



Osmanlılık tartışmalarının mezhebî eksenden çıkıp bir “zihniyet” meselesi olarak yaşandığı kulvar ise lâiklik tartışması. Panavrupacı fikir ve değerlerden şu veyâ bu derecede etkilenmiş “lâikçiler”, radikâl bir Osmanlı karşıtlığını katıksız bir ezber hâline getirmiş durumda. Onların gözünde Osmanlı, kör, bağnaz; her türlü bilimsel gelişmeye kapalı kokuşmuş bir “ancient regimés” örüntüsü. Siyâsal ahlâkı, iktidâr uğruna kardeş katlini meşrûlaştıracak kadar bozuk, dili ve edebiyâtı yamama, derme çatma; mûsıkisi ilkel, şehirleri büsbütün virâne, zevkleri sunî…… Liste uzar gider. Buna mukâbil, anaakım dindar tepki ise Osmanlı'yı sâhiplenmeyi âdeta dînini sâhiplenmenin gereği olarak görüyor. Bunun istisnâsı yok değil. Meselâ daha çeperde; dîn üzerinden bir tür radikalizm geliştiren çevreler elbette Osmanlı'nın dînî hayâtını beğenmeyecek ve sırf bu sebeple, tıpkı lâikçiler gibi esaslı bir Osmanlı reddiyesine girişebiliyorlar.



Gârip ve şaşırtıcı olan husus şu: siyâsal tartışmalarda kullanışlı bir âlet olarak gözüken Osmanlılık, aslında sandığımızdan daha esaslı bir ağırlığa sâhip. Ulus-devlet yapılanmalarının derin bir krize girdiği veyâ sokulduğu aktüel evrede bunun daha fazla farkına varıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu'nun hâkim olduğu coğrafya târumar edilerek; kurucu ideolojisi Osmanlı nefretine dayanan onlarca “devlet” kuruldu. Bu siyâsal brüt bugünlerde netlerini gösteriyor. II. Genel Savaş'ın ardından Balkanlar'daki Osmanlı bakiyesi kısmen -Romanya ve Bulgaristan gibi- Sovyet'lerin; kısmen de- Yunanistan ve Türkiye gibi- Atlantik Dünya'nın denetimine girdi. Arada kalanlar -Yugoslavya ve Arnavutluk gibi- sistem karşıtı bir kapanmayı yaşadı. Çözülme sonrasında özellikle Balkanlar odağında ortaya çıkan yegâne fark; sâdece Atlantik Bloku içindeki bir ayrışmanın görece savrulmaları içinde Almanya merkezli bir alt-emperyal oluşumun nüfuz alanının içine girmek oldu. Ayrı bir bahis açmaya lüzûm yok. Yaşanan sıcak süreçler apaçık gösteriyor ki, Osmanlı bakiyesi Arap kökenli nevzuhûr “devletler” de ağırlıklı olarak sistem karşıtı tercihleri içinde partitokratik yozlaşmanın ağır sonuçlarını yaşayıp târumar oldular. Trakya-Anadolu ekseninde; yâni coğrafî olarak ne kadar azalsa da, Osmanlı'nın jeo-politik gerçekliğini ayakta tutan yegâne güç olarak Türkiye Cumhûriyeti kaldı. Türkiye Cumhûriyeti, târihsel arkaplânı olan Osmanlı'nın siyâsal-kurumsal birikiminin kaçınılmaz vârisidir. Bu de facto böyledir. Biz istesek de istemesek de; sevsek de sevmesek de böyledir. Adı böyle konsun veyâ konmasın böyledir. Reelpolitik emrettiği için böyledir.



Dünyâ işbölümünün içinde yaşanan derin krizlerin en azından hatırı sayılır bir boyutu, “hegemonik” güçlerle “emperyal” geleneklerin taşıyıcısı olan siyâsal yapılar arasında yeni gerilimleri doğuruyor. Aynı gerilim, elbette ki hegemonik dünyânın iç bölünmelerine ve gerilimlerine de ışık tutuyor. Hâl böyleyken kaçış yok. Türkiye'nin önümüzdeki on senelerine, hem hegemonik dünyâya karşı verdiği varoluş mücâdelesi; hem de Osmanlı'nın yegâne vârisi olarak çevresindeki emperyal güçlerle yaşayacağı rekâbet hâkim olacak. Elbette bu gerilimler asla abartılmaması gereken yeni ittifakları da berâberinde getiriyor. Başarıyı tâyin edecek olan, Türkiye'nin, bir alçalma ve yücelme hezeyanları düzeyinde yaşamaya alışkın olduğu Osmanlı kompleksleriyle değil ve fakat Osmanlı olmayı sindirebilmesi ve Osmanlı gibi davranabilmesidir.



Dastoyevski'nin Gogol için sarfettiği mâhut kelâm, bu coğrafyanın da mottosudur: “Hepimiz O'nun paltosundan çıktık”…


#Lozan anlaşması
#Osmanlılık
8 yıl önce
Osmanlılık
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı
13 şehit
İstanbul’da bir Yemenli âlim: Abdülmecid el-Zindanî