|
Özyönetim tartışmalarına dair (1)

Teorik düzeyde bir defa daha vurgulayalım: “Respublica”; yani kamusal alan , târihsel olarak iki postülâ ile kurgulandı. Bunlardan ilki kadim postülâ olarak “Egemenlik kayıtsız şartsız “devlet”e âittir” diyordu. Buna göre geleneksel “hikmet-i hükûmet” dâiresinde hareket eden “devlet”- bunu kral , imparator, sultan yâhut saray toplumu olarak alabilirsiniz- kamusal alanın yegâne sâhibiydi.



Diğer postüla ise modernliğin elinden (zihninden) çıkmadır. Buna göre “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusun veya halkındır”. Burada bir nüansa hassâsiyet göstermek icâbeder. Eğer göndermede bulunulan “halk” ise, bütün yapılanmalar “doğrudan demokrasi”yi ve geniş çaplı bir yerel inisiyatif kullanımına açılacaktır. Bu Rousseau'nun teklifidir. Buna mukâbil eğer vurgu “ulus”tan yana ise, araya “temsil” olgusu girecek ve merkez-çevre ilişkilerinde ağırlık merkeze kayacaktır. Bu da Sieyes'in harâretle savunduğu bir formüldü.



Bu iki kurgu arasında hangisinin tercih edileceğini çoğunlukla bir kaç parametre belirlemiştir. bunlardan ilki siyâsal coğrafya ve siyâsal nüfûs oranlarıdır. Meselâ A.B.D 'de olduğu üzere çok büyük bir coğrafya ve bu coğrafyaya göre daha az yoğunluklu bir nüfûsun yaşadığı örüntülerde katı bir merkezîleşme mümkün olamazdı. Dağınık yerellikler kendi iç örgütlenmesini zâten kurmuştu. Bütün operasyon bunları bozmadan bir birlik sağlamakla alâkalıydı. Yapılan da bu oldu. Yâni merkezîleş(tir)me sınırlı kaldı. Buna mukâbil gerek Çarlık Rusyası'nda gerek onu tâkip eden Sovyetler tecrübesinde süreç emperyalist-asimilasyonist bir boyutta takılı kaldı. Merkezîyetçilik çöktü. Sovyet İmparatorluğu silindi.



Diğer bir parametre ise târihsel-kültürel geleneklerin etkisi olarak değerlendirilebilir. Kıt'a Avrupası'nda yaşanan ve Modern Batı olarak Avrupa'yı şekillendiren tecrübe, geniş çaplı yerellikler üzerine kurulmuş olan feodaliteydi.Bunun bastırılması ve merkez-kenar arasında kurulan modern bağların birincisinden -merkezden- yana baskınlaştırılması her yerde kolay olmadı. Feodâl refleksler etkili bir direnç oluşturdu. Avrupa'nın bugün, yâni yerelliğe zihinsel bir sempati desteği sunan postmodern dönemde bu reflekslerin halâ ciddî bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Buna göre modernliğin kaçınılmaz kıldığı ulus-devlet yâhut devlet-ulus olgusunun bütünleşme doğrultusundaki her kazanımı etkili yerel dirençlerle karşılaştı. Her bütünleşme tartışma doğudu. Bugün bu tartışmalar siyâsal dünyâların yüzeye yakın veya biraz derininde, her an patlamaya aday birer mağmaya dönüşmüş vaziyettedir. Modernleşmenin ilk târihsel katmanında merkezîlik kazandı. 20.Yüzyılda, sınâî kapitâlin icâpları itibârıyla rasyonalitesini son sınırına getirdi. Zirâî ve sınâî kapitâl târihle uyumlu bir rasyonaliteydi bu. Sâdece “Merkez Kapitâl Dünyâ” için değil, ulusal yapılanmasını tamamlamaya çalışan “Yarı-merkez dünyâ”lara da model oldu.



Bu modelin rasyonalitesi üçüncü dalga kapitâl târihin gereklerini karşılamaktan çok uzak kaldı. Herşeyin “esnediği” , “belirsizleştiği” Bauman'ın kavramıyla “sıvılaştığı” bir dünyâda, merkezîliğin rasyonalitesini taşımak neredeyse imkânsız bir hâle geldi. Öngörülebilir ve yönetilebilir olmanın evrensel geçerlilikte herhangi bir formülü artık yok. Bütün siyâsal gövdeler kendilerini revize etmek ve siyâsal düzeyde bir belirsizlik mühendisliğini işletmek zorunda hissediyor. Gidişâtın yerelliği hesâba katan , katmak zorunda kalan bir gidişât olduğunu kaydetmeliyiz.



Türkiye Cumhûriyetinin kuruluşunda benimsenen formülün, Sieyesgil bir formül olduğunu söyleyebiliriz. Elde, modernliğin harçları olarak ifâde edebileceğimiz üç bileşenden; yâni “ulus”, “devlet” ve “sermâye”den sâdece bir tânesi ; “devlet” mevcuttu. Buna göre devlet ulusu kuracak, sermâye birikimini sağlayacaktı. Bu da devlete, “olmayanları oldurmak” adına aşırı bir yük bindirdi. Gerçekte kayda değer bir sermâye birikimi olmadığı ve bunu da kırdan kente kaynak aktarımı, sanayileşme ve kapsamlı proleterleşme takip etmediği için ulus inşâsı ve bütünleşmesi akâmete uğradı. Omayanları oldurmak misyonu gücünü geleneklerden alan, devletin tanrısal konumunu tahkim etti. Olmayanları oldurmak anlamındaki girişimler devleti kültür savaşlarına soktu. Neticede her bütünleşme adımı amacından saptı ve bir uzaklaşmaya, kopukluğa dönüştü. Giderek bir devletçi muhafazakârlık şekillendi. Her ne kadar teoride egemenlik ulusa aktarılmış olsa da pratikte , uzun seneler boyunca kamusal alan devlete, resmiyete âit bir alan olarak kaldı.



Tabiî ki köprülerin altından çok sular aktığını görüyoruz. 2000'li senelerin Türkiye'si nüfûsunun kâhir ekseriyetinin kentlerde yaşadığı, son çeyrek asırda ekonomik manada büyük bir dinamizm kazanmış, ulusun eksik parçalarının kamusal alanda görünür ve etkin profiller verdiği bir Türkiye. Sorun bu dinamik süreçlerin siyâsal gövdeye nasıl yansıyacağı.


Devâm edeceğiz…




#Özyönetim
#Respublica
#Kamusal alan
8 yıl önce
Özyönetim tartışmalarına dair (1)
Dövizde çözülme hızlandı: Bir haftada 15 milyar USD
“Evine dönemezsin...”
Antisemitizm, 7 Ekim ve Biden’ın Vietnam’ı
Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD’den tanınma istiyor!
Unutma sakın!