|
Türkiye’yi anlatmak…

Bilindiği gibi fuarlar ilginç zeminlerdir. Fuarların târihi, ticâretin târihi ile ikizdir. Yâni fuar dendiğinde evvel emirde akla gelen mal ve hizmetlerin tanıtılması, ticâri ağı çeşitlendirecek yeni akış ve bağlantıları sağlamak akla gelir. Modern fuarlar örgütlü kapitalizmin mantığı içinde özgülleşmiş ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tarafıyla kadim benzerlerinden hayli farklıdır.



Fuarlar sâdece maddî bir alış veriş imkânı sunmuyor. Kendi pratikleri içinde farklı memleketlerin ürünlerinin tanıtıldığı bir zemin olmaktan çıkıyor ve kültürelleşerek bahsedilen memleketlere hem dünyâyı anlamak hem de kendilerini dünyâya anlatmak için mühim fırsatlar sağlıyor. Bu durumun, kültür fuarları denilen özgül bir fuar türünün diğerlerinden ayrışması ve uzmanlaşmasıyla somutlaştığını biliyoruz. Kültür fuarcılığının bizzat kültürün metâlaşmasıyla olan bağlantıyı görmüyor ve ıskalıyor değilim. Ama bu yazıdaki muradım farklı olduğu için buraya girmeyeceğim.



Geçen hafta, kültür fuarcılığının başat zeminlerinden birisi olan Frankfurt Kitap Fuarı'na, Cumhurbaşkanlığı Sosyal ve Kültürel İşler Başkanlığı ve Kültür Bakanlığının koordine ettiği bir toplantıya, kıymetli bir parlamenter ve entelektüel olan Sayın Orhan Miroğlu ile beraber konuşmacı olarak katıldık. Kitap fuarları, bilindiği gibi sâdece “ürünlerin sergilendiği” yer değil. Çok sayıda yazarın okurlarıyla buluştuğu, konferanslar verdiği renkli ve hâreketli bir atmosfere sâhip. İster istemez dünyâdaki siyâsal tansiyonlar bu toplantılara yansıyor. Bizden istenen de, 15 Temmuz Türkiye'si hakkındaki düşüncelerimizi oradaki hâziruna anlatmamızdı. Elimizden geldiği kadarını yapmaya çalıştık.



Doğrusu, “Türkiye'yi dünyâya anlatmak” işini biraz sorunlu görmüşümdür. Anlatmak işi, bana hep anlama istek ve talebindeki düzeylerle anlamlı gözükür. Anlatanı, dinleyenlerin nezdinde bir fazlalık hâline getiren durumları iyi bilirim. Anlama isteği yoksa anlatmanın da anlamını kaybedeceğini düşünürüm. Hele hele, anlama tecrübesini karartan önyargıların hüküm sürdüğü yerde, anlatmak kadar sıkıcı; hattâ boğucu ne olabilir ?



Târihsel olarak bakıldığında, Türkiye'nin en büyük dertlerinden birisi kendisini “medenî dünyâya anlatmak” olduğunu biliyoruz. Çok kahırlı bir süreçtir bu. Oryantalist paradigmanın köşeli, menfî yargılarıyla donanmış “medenî” zihinlere adreslenen, hemen her girişim, “lânet olsun, bizi anlamıyorlar” cümlesi ile taçlanan bir hayâl kırıklığıyla neticelenir. Bu kahredici tablo aslında normaldir. Çünkü varsayım hatalarıyla yüklüdür. Kendini anlatan, dinleyicisinin “medenî” olduğu varsayımından hareket eder. Medenî durumun “açık fikirlilik”, “önyargısızlık” ve “iyi niyet” ile tanımlanan bir durum olduğundan hareketle başlangıçta umutlanır. Hâlbuki öyle değildir. Medenî durum ilkesel değil, değersel; sâbit değil, değişken; olgun değil çocuksudur. Sondan başlayarak açalım; medenî insan, tıpkı çocuk gibi seçmeci yakınlıklar kurar, işine geleni seçer. Medeniyetin târihsel pratikleri düşünülecek olursa “ilkesel” olmak öldürücüdür. Bu ilkeler işletilecek olursa ilk başta okkanın altına gidecek olan bizzat modern dünyânın hâkim güçleridir. Bunu telâfi etmek için “medeniyet” herhangi bir ilkesel sâbiteyi tanımaz. Niyeti bozar. Kendisiyle yüzleşmemek için, kendi ayıplarını nesnel ve tartışılmaz zorunluluklar olarak tanımlar. Bu şekilde hep minderden kaçar, suçlanacak bir başkasını arar. Kendisini insafsızca özneleştirir; diğerlerini de aynı insafsızlıkla nesneleştirir. Kurban bulmak o kadar da zor değildir. F. Fanon'un terimiyle söyleyecek olursak “Yeryüzünün lânetlilerini” hedefe koyar. Elindeki siyâsal teolojinin ezberlerini en sızdırmaz şekilde kodlar ve lânetini sürdürür. Kredi derecelendirme kıstaslarıyla, demokratik derecelendirme kıstasları arasında uzun boylu bir farklılık yoktur. Bu suretle de kendi dar görüşlülüğünü üretir. Anlamak değildir niyeti; yargılamaktır. Baktığı ve görünce de rahat ettiği yargılarının doğrulanmasıdır sâdece. “Bu Türkler zâten adam olmaz, kaba Asyalıdır onlar. Bir de Müslüman olarak lânetleri târihsel olarak çifte kavrulmuştur” . Anti-semitizmin boşluğunu birileri dolduracaktır. Bu neden “Müslüman Türkler olmasındır?”.



Hâlbuki bu coğrafyalarda işlerin sarpa sarması, eğer dikkât edilecek olursa görülecektir ki büyük ölçüde “medenî olmaya çalışırken yapılanların yüze göze bulaştırılması”na dayanır. Modern devlet kurmaya çalışırken atılan tohumlar etnik ve dinsel sorunları ağırlaştırdı. Eğer modern Irak, Sûriye, Libya, Afganistan, Pakistan olmasaydı ne Saddam, ne Esed, ne Kaddafi; ne de El Kaide ve Tâliban olurdu. Elbette sorunsuz coğrafya yoktur. Ama sorunların düzeyi, ağırlığı ve yatıştırılmasında târihsel-kültürel imkanların boğulduğu her türlü dokusu bozulmuş coğrafyalardan söz ediyoruz.



Siyâsal teolojik ezberlerle yapılan her iş, kendi tuhaf ve sıkıcı çevriminde anlamını ve inandırıcılığını kaybediyor. Kendimizi dünyâya anlatmak, Kafka'nın Davâ'sı kadar bunaltıcı bir saçmaya sokuyor bizi. Yapılması gereken bu siyâsal teolojik mahkeme duvarına ağlamak değil. Çok başka bir hikâye ve onun özgül dilini kurmak gerekiyor.



Bu konu, daha çok su kaldırır. Belki başka yazılarda yeniden döneriz.


#Frankfurt Kitap Fuarı
8 yıl önce
Türkiye’yi anlatmak…
Büyük kuşatma
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü