|
Itrî, köklü İslâm medeniyet havzasının ortak değeridir
Itrî, hayli geniş ve birbirinden birşeyler öğrenmekten çekinmeyen bir kültür ve medeniyet havzasının sonucudur, ürünüdür.

Buhûrizâde Itrî Mustafa Efendi, Osmanlı Devleti kurulduktan neredeyse üçyüzotuz yıl sonra dünyaya gelmiş bir bestekârdır. Osmanlı mûsikîsi için bir dönüm noktası olduğu kabul edilen Itrî, hiç şüphesiz bir mûsikî geçmişine dayanmayan bir medeniyetin içinde birdenbire ortaya çıkmış bir bestekâr değildir. Eğer Itrî yüksek seviyede bir mûsikî adamı olarak varolmuş ve Osmanlı mûsikîsine bir derinlik kazandırmışsa, bunu hem Itrî ve döneminin bağlı olduğu çevre faktörlerin zenginliğiyle, hem Itrî"nin yaşadığı dönemin kendi verimlilik ve zenginliğiyle ve hem de Itrî"nin, kadîm mûsikî geleneğini devralarak yükselmiş bir bestekâr olmasıyla açıklayabileceğimizi düşünüyorum.

"Kadîm mûsikî geleneği nedir, nasıl bir mûsikî düşünce ve anlayışını temsil etmektedir ?" şeklinde bir soru sorarak ve buna cevap arayarak yola çıkmak, sanıyorum Itrî"nin nasıl bir mûsikî geleneğinin devamı olduğunu veya nasıl bir mûsikî geleneğini temsil ettiğini anlamak bakımından önem taşımaktadır. Çünkü bu kadîm mûsikî geleneği, sadece Itrî"yi değil Itrî"nin ait olduğu kültür ve medeniyeti topyekün, Itrî"nin yaşadığı dönemi ve diğer bestekârları da etkilemiş, şekillendirmiş bir gelenektir. Osmanlı medeniyetinin mûsikîsinin, bu "kadîm mûsikî geleneği"ne bağlı olduğunu ve Osmanlı mûsikîsini anlayabilmek için bu kadîm mûsikî geleneğinin iyi anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.

Kendimce "kadîm mûsikî geleneği" olarak adlandırdığım bu geleneği, tasavvuf ehlinin yaklaşımını benimseyerek, "bezm-i elest" ile başlatıyorum. Ancak, Hz. Adem"den itibaren özellikle Hz. İdris (a.s.) –ki bazı kaynaklarda "Hermes" ile özdeşleştirilir-, Hz. Davud üzerinden devam eden, kosmosun dilini kullanan, ilm-i hikmetle birbirine yaklaştırılan, Pythagoras"ın müzik düşüncesi ile zenginleşen, Antik Yunan"ın yine bu kadîm mûsikî geleneğinden beslenmiş teorileri ile açılan ve dokuzuncu yüzyılda hekim Yakub el-Kindî ile Arap-İslâm medeniyetine uzanan, Fârâbî, İbn Sînâ ve İhvân-ı Safâ gibi düşünür ve düşünce ekolleri tarafından desteklenen, Selçuklu birikimi ve Hz. Mevlânâ"nın mevlevîlik düşüncesi ile zenginleşerek Osmanlı-İslâm medeniyetine ulaşan bir gelenek diye anlıyor ve izah ediyorum. Itrî de aslında bu köklü geçmiş ve geleneğe sahip bir medeniyetin bestekârı olduğu ve bu birikimi taşıyıp yansıttığı için "dehâ" olarak ortaya çıkmıştır. Itrî"yi yükselten, aslında sahip olduğu bu köklü mûsikî geleneği ve medeniyet tecrübesidir… ona "Tekbîr"in, Nevâ makâmındaki Kâr"ın ilhâmını veren, bu köklü ve ilâhi referanslı gelenek ve medeniyettir. Bedri Dilşad"ın 1441 yılında tamamladığı "Muradnâme" isimli eserinin mûsikî bölümüne girişte mûsikî hakkında yazdığı "Bil evvel ki bu ilm-i İdrisdür / Açık sözü sanma ki telbîsdür / Ânı dört ilimden çıkarmış tamam / Alub birbirine karmış (eylemiş) tamam" mısrâlarıyla başlayan şiir, aslında Osmanlı mûsikîsinin nasıl bir geçmişe, referansa ve nasıl bir düşünce muhteviyâtına sahip olduğunu göstermektedir.

İslâm medeniyetinin şekillenmeye başladığı aşağı yukarı sekizinci yüzyıldan itibaren Arap ve İran düşünce dünyası birbiriyle daha sıkı bir irtibat düzeyine geçmiştir. Arap filozofları ile İran filozofları; meselâ Yakub el-Kindî ile (daha ileriki yıllarda yaşamış olan) Sühreverdî el-Maktûl"ü var eden, yetiştiren disiplin veya bilgi ortamı, aynı bilgi ortamıydı. O dönemde de üst düzey bir bilgiden ve bilgi alışverişinden bahsetmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.

Osmanlı, zengin İslâm coğrafyasını tek bir kültür ve medeniyet havzası olarak benimsemiş ve bu kültür ve medeniyet havzasındaki iç alışverişi, yani bir anlamda aile fertlerinin birbirinden birşeyler öğrenmeleri gibi görmüştür ve bu havzadan gelen bilgiyi de "güvenilir" bulmuştur. Osmanlı-İslâm coğrafyasında yaşayan gayrımüslimler, bu ailenin bir parçası olmuşlar ve bu kültür ve medeniyet havzasında yaptıkları her türlü katkı, hüsn-ü kabul görmüştür. (Meselâ 9. yüzyılda Abbasi Halifesi Me"mûn döneminde Beytu"l-Hikme"deki tercüme faaliyetleri içinde bulunan mütercimler içinde Hıristiyan ve Yahudi olanlar vardı ve bunlar Yunanca"dan, İbrânîce"den, Süryanice"den pekçok eseri Arapça"ya tercüme ederek İslâm kültür ve medeniyetinin, biliminin, ve düşüncesinin gelişmesine katkı sağlamış kimselerdir.) Mûsikî de bu kültür ve medeniyet havzasının ortak bir değeri haline gelmiştir. Bunu nereden öğreniyoruz ? El-Kindî metinlerinden öğrenebiliyoruz ki onun Antik Yunan düşüncesinden tercüme ettiği mûsikî bilgisi, Osmanlı mûsikîsini bile etkilemiştir. Sonra, Fârâbî"den öğreniyoruz. Sonra, mûsikînin hikmetle olan ilişkisini Pythagoras ve İhvân-ı Safâ"dan öğreniyoruz. Kadîm mûsikî bilgisinin bir toparlayıcısı ve onu bir sisteme dönüştürmüş olan Safiuddin Urmevî"den daha sonra Abdülkâdir Meragî"den öğreniyoruz ki özellikle bu ekol, yani Merâgî ekolü, Afganistan, kısmen Hindistan, Doğu İran, Azerbaycan ve diğer birçok Orta Asya müzik bilgi ve birikimlerinin taşıyıcısıdır. Ki, Osmanlı"daki yine de tartışmaya açık İran etkisi direkt İran"dan değil, muhtemelen Abdülkadir Meragî üzerinden gelmiş olmalıdır. Ayrıca Afganistan-Orta Asya ve İran (Farsça) etkisini ve bununla birlikte müziği hikmetle açıklama ve okuma biçimini de Hz. Mevlânâ"dan öğreniyoruz. Osmanlı mûsikîsi, bütün bu kültürlerden ya da İslâm kültür ve medeniyet havzalarından süzülüp gelen mûsikî bilgi ve birikimiyle donanmış bir mûsikîdir. İçinde Herat Okulu"nun ve Molla Câmî"nin de izleri vardır, İslâmiyet"i seçtikten sonra müşrik ve putperest Pers imparatorluğunun kalıntılarını temizleyerek Kur"an merkezli yeni bir kültür ve medeniyet oluşturan İran"ın ve bu ülkenin müzik kültürünün de etkisi vardır ki, mâlûm olunduğu üzere bu etki şiirde ve edebiyatta da kendisini açıkça göstermektedir. Itrî"nin en önemli eseri olan Nevâ makamındaki Kâr"ın sözlerinin İranlı büyük şâir Hafız Şirâzî"ye ait olduğunu ve Osmanlı dîvân şiirinde Farsî etkinin de bâriz olduğunu unutmayalım.

Itrî böyle hayli geniş ve birbirinden birşeyler öğrenmekten çekinmeyen, bilâkis bunun bilgi ve hikmete ulaşmada en yararlı yöntem olduğuna inanan bir kültür ve medeniyet havzasının sonucudur, ürünüdür veya mûsikî sanatındaki yansımasıdır. Bu kültür ve medeniyetin çok önemli bir dinamiği vardır. Hz. Muhammed"in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şu hadisi: "Bilgi ve hikmet, müminin yitik malıdır. Onu bulduğu yerde alır". Bu peygamber sözü, İslâm dünyasında bilgi ve hikmetin peşinde koşanlar için çok önemli bir referans olmuştur. Burada belki yeri gelmişken sanatın ve özellikle mûsikînin hikmetle ilişkisi üzerine bir parantez açmak gerekebilir. Sanatı hikmetle ilişkilendirebilir miyiz, böyle bir ilişki varsa bunu nasıl açıklayabiliriz ?

11 yıl önce
Itrî, köklü İslâm medeniyet havzasının ortak değeridir
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle