|
Türkiye’nin bölgesel ve küresel krizlerde alternatif arayışları
Dünya siyasetinin bir dönüşüm içerisinde olduğu bir gerçektir. Ancak bu dönüşüm geçtiğimiz asırlarda yaşandığı gibi büyük savaşlar, krizler ya da yeni buluşlar ile yaşanan ani kırılmalar ile gerçekleşmemektedir. Aksine çağımızın dönüşümü, geçmişin keskin dönüm noktaları sonrasında oluşturulan küresel müesses nizamın bugün hangi yeni aktörler arasında yeniden ve yenileştirilmiş normlar ile ne kadar paylaşılabileceği meselesi ile ilgilidir.
Dünya müesses nizamının yaşadığı çalkantılar ve yeni problemler karşısındaki çaresizliği, küresel yapının düzen kurucularının dışında yeni aktörlerin ortaya çıkmasını da hızlandırmıştır.

Milenyumdan itibaren dünya siyasetindeki dönüşümün yarattığı belirsizlikler ve bunların arasında yeni çözümler bulma çabaları sadece Türkiye açısından değil, benzer iddiaları olan pek çok yeni küresel aktörler açısından da birbirine bağlantılı krizler yaratmıştır. Benzer aktörlerin bu krizleri yönetebilme ve yeni alternatifler yaratabilme kapasitesi incelendiğinde öne çıkan en önemli meziyetin ise uluslararası temsil gücünü etkili bir şekilde kullanabilmek olduğu anlaşılmaktadır.

KÜRESEL VE BÖLGESEL
BELİRSİZLİKLER ARASINDA
Bu belirsizlikler döneminin son yılların Türk Dış Politikası'na yansımalarına baktığımızda şöyle bir manzara ile karşılaşırız.
Yeni dünya düzeninde arayış içinde olan diğer aktörlere oranla bu dönemin Türkiye’ye daha fazla etki etmesinin sebeplerinden biri Türkiye’nin tarihsel olarak çok taraflı ve katmanlı angajmanlar içerisinde yer almasıdır.
Bu sebepten sözünü ettiğimiz belirsizlikler döneminin, Türk Dış Politikası'na hem ikili hem bölgesel ve hem de küresel düzeyde görünür etkileri olmaktadır. Nitekim bugünkü Türk Dış Politikası'nı bu gelişmelerden bağımsız düşünmek yanlış olacaktır.
Söz gelimi Türkiye ve AB arasında yaşanan krizlerin dünyada ve özellikle bölgemizdeki krizlerden bağımsız düşünülmesi mümkün değildir. 90’lı yıllarda Türkiye ABD ve AB tarafından Ortadoğu ve Ota Asya’da dayanılacak en önemli partner olarak görülürken, global ve bölgesel düzeyde meydana gelen değişimler ve yönetilemeyen krizler bu durumu yeniden şekillendirmiştir. Tabii olarak Türkiye ile ilişkiler de buna paralel gelişmiştir. Geçmişte AB ile ilişkilerde Fransa ile yaşandığı gibi bugün de Almaya ile yaşanan gerginliklerin temelini söz konusu ülkelerin yeni global düzende yeniden yer alma arayış ve endişelerinin bir parçası olarak görmek mümkündür.
AB içerisinde bu arayışta olan aktörlerin yanında Türkiye’nin de en az kendileri kadar varlık gösterebilme niyetini ortaya koyması bu denklemi hareketlendiren en önemli etkendir.

Bu konuda hazırlıklı olmayan ve krize taraf tüm aktörler yeni bir siyaset geliştiremediklerinden kriz üreten bir dil kullanmayı yeğleyerek zaman kazanma arayışındadırlar. Diğer taraftan hem tarihsel ve hem de Batı bloku müttefiki olmanın bir gereği olarak hasım kabul edilen Rusya ile gelişen yeni ilişkilerin küresel düzeyde nasıl idare edilebileceği sorusu zihinleri meşgul ederken Türkiye’ye karşı sert bir tavrın geliştirildiği de gözlemlenmektedir.

Yeni arayışlar ve yeni aktörlerin taleplerine bağlı belirsizlik durumunu bölgesel düzlemde de görmek mümkündür. Mesela uzun zaman izole edilmiş olan İran, özellikle bölge krizlerinde küresel politikaların başarısız olmasıyla yeniden dünya siyaset gündemine girerken, ne global aktörlerin ne de bölgesel aktörlerin yeterli hazırlığının olmaması sürekli değişken ve med-cezir oluşturan bir siyasetin oluşmasına neden olmaktadır. Kuşkusuz bölgesel siyasette en önemli aktör olan Türkiye, bundan en çok etkilenen ama aynı zamanda da avantaj sağlayabilecek ülke konumundadır.

Aynı şekilde Arap Baharı sürecinde küresel aktörlerin değişken yaklaşımlarının altında yatan gerekçeler de bundan farklı değildir. Arap Baharı'nın toplumsal dönüşüm talebi fikrini doğururken verdiği olumlu mesaj kadar global ve bölgesel siyasette istikrara karşı olumsuz mesaj vermesi de yeni arayış içerisinde olan tüm aktörleri endişelendirmektedir. Türk dış politikasının da bundan payını aldığı muhakkaktır.
Ancak Arap Baharı sürecindeki toplumsal taleplerin zaten Türkiye tarafından daha önce hayata geçirildiği dikkate alındığında Türkiye tecrübesi bölgesel siyasette bir avantaj olarak ortaya çıkarken, hem Körfez krizinde olduğu gibi yeni rekabetleri doğurmakta ve hem de yeni kurallar arayışında olan dünya siyaset yapıcılarını Türkiye’yi nereye yerleştirecekleri konusunda kararsızlığa sevk etmektedir.
DİĞER AKTÖRLER
NE YAPIYOR?
Aslında yerel perspektif ile incelendiğinde sadece Türkiye üzerinde yoğunlaştığı varsayılan bu kriz ortamına pek çok farklı ülkenin paydaş olduğu görülecektir.
İç, bölgesel ve küresel siyaset krizlerini dünyadaki yeniden dağıtımdan pay almak isteyen birçok ülke yaşamaktadır
. Brezilya, Hindistan, Meksika gibi ülkeler bu krizi çok taraflı düzlemde hissederken, farklı rejimleri olan Yunanistan, Suudi Arabistan gibi ülkeler de bu krizleri geleneksel olarak angajman içerisinde olduğu bölgelerinde yaşamaktadırlar.

Türkiye’nin tek örneği teşkil etmediği bu belirsizlik ortamında yeni pozisyon arayan benzer aktörler bu krizleri aşmak için ne yapıyorlar? Bu aktörlerin diplomatik adımları incelendiğinde hemen hepsinin ortak noktasının attıkları her adımın dünyadaki diplomatik görünürlüklerinin ve temsil güçlerinin arttırılması üzerine bina edildiği görülmektedir. Bunun temel amacı belirsizlikler ve krizler döneminde çok taraflılık ve alternatifler üzerinden diplomatik hareket alanlarını genişletebilme imkanı oluşturmaktır. Bu maksatla söz konusu ülkeler ikili, bölgesel ve küresel bloklar ve alanlar oluşturma gayreti gütmektedirler.

SERT VE YUMUŞAK GÜÇ
UNSURLARI DENGESİ

Türk dış politikası açısından yapılabilecek en önemli tespit sert ve yumuşak güç unsurları arasında daha düşük bir denge üzerinden politika üretmesidir. Diğer aktörlerin aksine Türkiye, aynı anda sert ve yumuşak güç unsurlarını oranlı kullanmak yerine dönemsel olarak birinden diğerine geçiş yapan bir trend göstermektedir. Arap Baharı'nın ilk dönemlerindeki yumuşak güç unsurlarına dayalı söylem Suriye krizi ve Fırat Kalkanı Operasyonu ile birlikte sert güce doğru yönelen politika bu durumun bölgesel düzlemde gözlemlenen en yakın örneklerindendir. Aynı şekilde Türkiye’nin Katar ve Somali’de askeri üs kurma girişimleri de bunun devamı niteliğinde değerlendirilebilir. Nitekim sert güç unsurlarını etkili biçimde hayata geçirebilmenin itibar arttırıcı etkisi olduğu bir gerçektir ancak aradaki denge alternatif yaratabilme açısından büyük önem arz etmektedir.

Diğer taraftan, Türkiye açısından dış politikada alternatif yaratmaya katkı sağlayacak adımların atılmadığını ileri sürmek haksızlıktır.
BM ve G20’deki arayışlar, MIKTA gibi farklı oluşumlar, geleneksel angajman içerisinde olunan IIT ile olan bağların efektif kullanımı Türkiye’nin alternatif potansiyelini daha da arttırmaktadır.
Başvurudan iki yıl sonra elde edilen ASEAN sektörel diyalog ortaklığı ve şimdi de Türkiye’nin en aktif yardım kuruluşu Kızılay’ın Kızılhaç-Kızılay Federasyonu Avrupa Bölge başkanlığına aday olması gibi alternatif yaratacak tüm adımların bu dönemde yoğunlaştırılıyor olması da bu dengenin sağlanmasına önemli katkılar sunacaktır.
#Kızılay
#Türkiye
#BM
#ABD
#Dünya
#İİT
7 yıl önce
Türkiye’nin bölgesel ve küresel krizlerde alternatif arayışları
Küre: ‘Arap NATO’su mezarlarınıza haç diker!
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı
13 şehit