YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan

  Arşivden Arama

 

 

Nasıl olsa deşifre oldu

Yazarınızın nasıl biri olmasını tercih edersiniz? Vaktiyle 'vatana hizmet' kaleminden MİT'e bilgi vermiş biri olması canınızı sıkar mı sözgelimi? Veya, 'bir yabancı istihbarat servisi' adına, geçici olarak bulunduğu ülke ile kendi ülkesinin arasını açmış, (olayın geçtiği 1979'da henüz faaliyete geçmediğine göre yıllar öncesinden) PKK ile bulunduğu yabancı ülkeyi birbirine yaklaştırmış biri olması daha heyecanlı mı gelir? Yoksa, önemli istihbarat örgütlerini 'uzman' denilecek derecede yakından izleyen, ancak mesleğiyle istihbaratçılık arasına kalın bir çizgi çekilmesi çabasını gösteren biri olmasını daha mı saygıdeğer bulursunuz?

'Ajan-gazeteci' tartışmasında, Emin Çölaşan, benimle ilgili iddiasında ısrarlı. Suriye'de bulunurken 'kutlanması gereken' bir iş yapmışım ve 'Müslüman Kardeşler' örgütü içinden MİT'e bilgiler aktarmışım... Bu arada, kendi ağzıyla ikrar ettiği beş gazeteciyle 'çete oluşturduğu' iddiasını inkâra kalkışıyor; 1989'daki bir yazımda 'yanlış' bilgi verdiğimi ileri sürüyor... Belli ki, birileri Emin için fazla mesai yapmış; o sayede 1997 kışında, MİT'in 70. yıldönümü vesilesiyle Bilkent Üniversitesi'nde düzenlenen ve dört gazetenin Ankara temsilcileriyle MİT'in bir üst düzey yöneticisinin katıldığı halka açık panelde söylediklerimden 'cımbızla' çektiği sözleri, 1997 yılında yazdığım bir yazıyı esnetip 'ajan-gazetecilik' uygulamasına onay olarak yorumluyor (Sözgelimi, ben "Hepimiz (gazeteciler) birer MİT uzmanı olma ihtiyacındayız" demişim; o "Hah, işte!" diye bu satıra yumuluyor...). "Suriye'de okuduğum okulda Türkiye büyükelçiliğinde memur olan öğrenciler de vardı; yaşadıklarımı okuldaki çevrem ve tanıdıklarımla paylaşıyordum" cümlemi 'itiraf' kabul ediyor... Bu arada, defalarca cevabını verdiğim Suudi Arabistan'a kralın özel uçağıyla götürüldüğüm yalanını bir daha fırına veriyor...

Sondan başlayayım: 1987 yılında, çok sayıda hacının hayatını kaybettiği Mekke'deki olaylardan sonra, Suud içişleri bakanı tarafından düzenlenecek basın toplantısını izlemek üzere çağrıldığım doğrudur. Ancak, aynı toplantıya, dünyanın her tarafından 200'ün üzerinde gazeteci çağrılmıştı; ben de Türkiye'den giden bir düzine meslektaşla birlikteydim. Kralın uçağıyla değil târifeli seferle gittik Cidde'ye. Aramızda Çölaşan'ın iki sayfa ötesinde sütun komşusu (o sıralar Cumhuriyet'te çalışan) Enis Berberoğlu da vardı. Geldikten sonra yazdığım dizi ("Mekke'de ne oldu?" başlığıyla Beyan Yayınları'ndan kitap olarak da çıktı) Suudi-yanlısı değildi, objektifliğiyle yurtdışında da dikkat çekti...

Suriye'de bulunduğum dönemde (1979), Müslüman Kardeşler'e sızmam şöyle dursun, mensubu olduğunu bildiğim tek kişiyle bile tanışmış değilim. Bu, o ülkenin şartları yüzünden mümkün değildi zaten. Dünyanın her tarafından öğrenciler ve Büyükelçilik'teki görevliler ile görüşüyordum elbette; ancak ne orada ne de başka bir yerde, bir yabancı ülkenin casusu veya 'MİT ajanı' olarak yaftalanmamı gerektirecek hiçbir ilişki içinde olmadım.

İstihbaratçılık elbette önemli, istihbaratçılar elbette şerefli bir iş yapıyorlar; tıpkı gazetecilik ve gazeteciler gibi... Bu iki mesleğin mensuplarının, kullandıkları kaynaklar ve ilgi alanı olarak, birbirlerine 'yakın' durduklarına da kuşku yok; ancak istihbaratçının kendini gazeteci kimliğiyle kamufle etmesini de, gazetecinin istihbarat örgütünden zarf içinde gelen emir ve tâlimatlara uymasını da yanlış ve 'gazetecilik etiği'ne aykırı bulurum. 'Ajan-gazeteci' kimliği MİT için de yanlıştır, o kimliği kendisine revâ gören gazeteci için de...

Bence MİT, bu konuyu ısrarla kovalayan yazarların geçmişinde 'karanlık noktalar' veya 'pislikler' arayacak yerde, "Bugüne kadar ne olduysa oldu, ilişkileri bundan böyle kabul edilebilir sınırlar içinde tutacağız" türü bir açıklamayla kamuoyu önüne çıkmayı tercih etmeli. Panel sonrası gazetelerde çıkan haberlerde görülecektir: Bilkent'teki panele MİT adına katılan Cevat Öneş buna benzer bir söz vermişti aslında; yoksa önlerine konulan hazır bilgi ve yorumlardan yararlanmaya alışmış 'ajan gazeteciler' mi buna izin vermiyor?

Emin'le aramızda çözülemeyen bir de 'basında beşli çete' konusu var. Bu konuda en iyisi sizlerin hakemliğine yeniden başvurmak. 12 Şubat tarihli Hürriyet'te yer alan şu satırları okuyun: "Türkiye'de sağlam kalmış, yozlaşmamış 5 köşe yazarı biraraya geldik. Türkiye'de giderek hırsızların, yolsuzlukların, holdinglerin, yobazların oluşturduğu bir cephe ortaya çıkmıştı. Bu nedenle, biz de, artık bu beş gazeteci sık sık biraraya gelerek, Türkiye nereye gidiyor ve neler oluyor konuşalım istedik. Akşam 8'den 01'e kadar kaldık orada. Ve şu yargıya vardık: Türkiye'de basın bitmek üzere, ya da yitirilmek üzere, giderek yozlaşıyor çünkü. Uğur'a tabancan var mı dedik, var dedi. Artık birbirimize destek olmaya karar verdik."

Uğur Mumcu'nun suikasttan önceki son günlerini araştıran Celalettin Çetin'e Emin Çölaşan'ın kendisinin anlattığı, Hürriyet'te yayımlanmış bu sözlerden, 'silâh üzerine yemin eden beşli çete' sonucu çıkmıyor mu sizce de...

Emin Çölaşan, bu sözlerinin yer aldığı gazete nüshasını bulamıyorsa, eski yazılarımı ve Bilkent'teki konuşmamın çözülmüş biçimini emrine sunanlara başvurabilir. Nasıl olsa ilişkisi 'deşifre' oldu artık...


18 HAZİRAN 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

Fehmi Koru

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...