T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
"Gelin doğru dürüst bir cumhuriyet kuralım"

İkinci cumhuriyetçi filan değilim, ama, cumhuriyetin numaralandırılmasından da rahatsızlık duymuyorum.

Bir fikriyat değil çünkü, sözü edilen.

Hele, "cumhuriyet karşıtlığı" temelinde oluşturulmuş bir felsefe hiç değil.

Bilakis, cumhuriyeti "demokrasi"yle tahkim etmeyi amaçlayan bir önermeler bütünü.

Aşağıda okuyacağınız Mehmet Altan imzalı satırlar, "cumhuriyet"le "kemalist doktrin"i telif eden ve bunun da en mütekamil "demokrasi" düşüncesi sayan Toktamış Ateş'e andaçtır:

"Suudi Arabistan'daki (Taliban nedeniyle tüm İslam ülkelerindeki) uygulamalarla ilgili tartışmalar Türkiye'de 'şeriat, kemalizm ve demokrasi' arasındaki farkların hâlâ netleşmediğini bir kez daha gösterdi.

"Uluslararası hukuk platformlarında çok ağır bir şekilde eleştirilen Türkiye, sadece insanların kafasını kılıçla kesmediği için kendine payeler çıkardı, Arabistan'daki sisteme karşı 'üstünlüğünü' övgü konusu yaptı.

"Kendini Arabistan yarımadasındaki uygulamalara bakarak rahatlatan Türkiye'nin demokratik ülkelerle kıyaslandığında ne konuma düştüğü ise vurgulanmadı.

"Biz devletin resmî ideolojisi olan kemalizmi ancak ideolojisi inanç olan devletlerle (Taliban algısında olduğu gibi) yarıştırabiliyoruz. Demokratik cumhuriyetlerden ise söz etmiyoruz, çünkü orada fena halde açığa düşüyoruz."

Düşünebiliyor musunuz, bu ülkede "en eski" siyasi parti 18 yaşında.

Üç çeyrek yüzyılı aşan tarih dilimi içinde dört adet askeri darbe, sayısız muhtıra yaşandı. Onlarca parti kapatıldı. Özel mahkemeler ihdas edildi. Darağaçları kuruldu. Başbakanlar, bakanlar asıldı.

Buna son yıllarda bir de inanç alanındaki kısıtlamalar eklendi.

"Resmî çerçeve" dışına düşenler, düşmek zorunda bırakılanlar, inancının gerektirdiği hayat standardını yaşamaya çalışanlar sadece "kamusal alan"dan değil, "sosyal çevre"den de tardedildiler.

Ne diyordu Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer?

"Hiçbir kimse, hiçbir kurum kendisini hukukun üstünde göremez..."

Ama sahiplik vehmeden eşhas hâlâ ve ısrarla "Kanun benim" diyor, "Hukuku ben tayin ederim, yasama da benden sorulur, yürütme ve yargı da... İnsanların nasıl giyineceklerine, nasıl yaşayacaklarına, neye hangi ölçüde inanacaklarına ben karar veririm. Herkes benim gibi düşünmelidir. Herkes benim kutsalıma tapınmalı, benim değer tercihlerime göre hayatını düzenlemelidir."

Peki, sen kimsin?

İnsanların hayatına norm koyma, standart belirleme hakkını nereden alıyorsun?

"Anayasa'dan ve laiklik ilkesinden..."

Hani Anayasa'ya göre laiklik kamusal alanı pozitif akla göre tanzim etmek, farklılıkları ve karşıtlıkları birarada, "barış içinde" yaşatmaktı?

"Hayır, laiklik aynı zamanda sosyal hayatın eğitim, aile, ekonomi, hukuk, görgü kuralları, kıyafet vb. gibi cephelerinin din kurallarından ayrılarak zamana ve yaşamın zorunluluklarına, gereklerine göre saptanmasıdır..."

Sabık başsavcı Vural Savaş böyle diyordu.

Laiklik aynı zamanda görgü dikte etmektir, vatandaşların hayatına norm koymak, zamanın şartları ve gereklerine göre nasıl yaşayacaklarını belirlemektir.

Vergi vermek, askerlik yapmak, parlamento üyelerini seçmek, size kendi hayatınızı düzenleme hakkı vermiyor. Yüzde 95 çoğunluğu da oluştursanız "konvansiyon"un dikte ettiği hayatı yaşamak zorundasınız.

Birileri, 78. yılını idrak ettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti'ni, temel hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı, "çerçeve" dışına düşenlerin de kamu haklarından men edildiği üçüncü sınıf bir "Doğu Bloku" ülkesine benzetmeye çalışıyor. Cumhuriyetin "demokrasi"yle taçlandırılması fikrinden de köşe bucak kaçıyor?


29 Ekim 2001
Pazartesi
 
MEHMET E. YAVUZ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED