|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
"Her Eylül'de yeni bir korkuyla buluşmaktan yorulduk artık." Yeni çıkan "Kanun hükmünde kederli bir sonbahar şarkısı" kitabımdaki yazılardan birisi böyle bir cümleyle başlıyordu. Oysa bu eylülde yorulmaya bile takatimiz kalmadı... Terörün insanları yüreğinden vurduğu, savaş çığlıklarının kapımıza dayandığı bir dünyada, bu topraklarda yaşadığımız acıların daha da derinleşmesi kaçınılmaz gibi gözüküyor. İnsanı bir "birey" olarak değil, devletin bir "kul"u, toplumu "potansiyel suçlu" gibi gören, insanları üzerlerindeki etiketlere göre değerlendiren bir "devlet" anlayışıyla yıllardır hep paramparça oldu hayallerimiz. Çünkü, her Eylül sabahında kapanan pencerelerle, aydınlığı solan ışıklarla, şehirlerimizi terkeden göçmen kuşlarla birlikte bütün kapıların üstümüze kapandığı, genlerimize işleyen "totaliter" zihniyetin ülkenin renklerini işkence ayıbıyla soldurduğu korkularla uyandık. Çünkü bütün "Eylül"lerde korku ve kan vardı. Tam 40 yıl önce, Başbakan Adnan Menderes bir Eylül günü idam edildi. Bir ülke için "Başbakan"ını asmaktan daha büyük bir utanç olabilir mi? Az çok demokratik bir geleneğe sahip bütün ülkelerde herkesin böyle bir utançtan ders alması gerekmez mi? Elbette evet. Ama Türkiye'de değil... Eğer bu ayıplardan utansaydık, 40 yıl sonra Tayyip Erdoğan'ın önünü kesmek için baskınlar düzenleyip çocukları gözaltına alır mıydık? Ama burası Türkiye. Biz "Eylül"lerden korkarız. Bunca yaşadığımız utançlardan ders almamış olmalıyız ki, 40 yıl sonra yeni "korku operasyonları"yla Tayyip Erdoğan'ı devre dışı bırakmaya çalışıyoruz. Bu öylesine acımasız bir operasyon ki, düğmeye basanlar "işkence" dahil bütün yöntemleri adeta hukuka meydan okurcasına uyguluyorlar. Savaşlarda bile görülmeyen bir pervasızlıkla çocuklar gözaltına alınabiliyor. Bu dünyada her ülkenin övüneceği bir şeyleri mutlaka vardır. Örneğin çağdaş demokratik ülkeler genellikle, demokratik standartları, bilimsel gelişmeleri ve kültürel zenginlikleriyle övünürler. Ya Türkiye? Bizim o kadar övünecek meziyetlerimiz var ki, saymakla bitecek gibi değil. Örneğin, bilimsel alanda en büyük keşiflerimizden birisi YÖK'tür. Yüksek öğretimden sorumlu olan bu kurum, bilimsel işlerden çok, ideolojik örgütlerden örnek aldığı "ikna odaları"yla öğrencilerin eğitim haklarını ellerinden alma konusunda bir numaradır. Kuşkusuz, başarılarımız sadece bunlarla sınırlı değil. Örneğin, "devlet ve toplum karşısındaki özerk duruşu ve demokrat tavrıyla" tanınan Prof. Dr. Bülent Tanör'ün başına gelenler... İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu YÖK'e başvurarak, Bülent Tanör'ün "meslekten çıkarma" ile cezalandırılmasını istedi. İşte Türkiye, üniversiteyi "kışla"ya dönüştüren, "özgür aklı" hedef alan Alemdaroğlu gibi rektörleriyle de meşhur bir ülke... Keşke her şey, yazın çekirge sesleri ve iğde kokularıyla vedalaşmak kadar kolay olsaydı... Keşke acılarımızla ödeşmek, yıldızların altında sonbahar hüzünlerine yazılmakla mümkün olsaydı... Bu ülkede hergün hayata ve geleceğe tutunmaya çalışan hayallerimizi ve umutlarımızı vuruyorlar. Biz bütün sonbaharlarda, beyinlerimizdeki zindanlara yeniden kapanıyoruz. Tıpkı Michel Foucoult'un "hapishanesi"nde olduğu gibi, zincire, prangaya gerek duymadan kendi kendimizin gardiyanı oluyoruz. İşte bu yüzden, hep aynı kuşatılmışlık duygusuyla, hep aynı ürküntüyle yaşıyoruz. Güvenebileceğimiz bir yasanın, hakkımızı koruyacak bir kurumun olmaması da hep bu korkularımız yüzünden.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |