|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye, Kıbrıs üzerinden AB ile ilişkilerinde bir 'brinkmanship' politikası mı izliyor acaba? 'Brinkmanship', İngilizce bir deyim. 'Brink'in 'uçurum eşiği' anlamına gelir. 'Brinkmanship politikası' ise siyasi bir deyim. İşleri uçurumun kenarına getirerek 'karşı taraf'dan mümkün olan azami tavizi koparmayı ve son kertede 'çözüm'e varmayı hesaplayan diplomasi tarzı için kullanılır. Türkiye'nin Kıbrıs üzerinden AB ile ilişkilerinde böyle bir 'brinkmanship' politikası izlediğini varsaymak, oldukça 'iyi niyetli' bir yorum. Hatta, daha ziyade bir 'temenni'… Eğer gerçekten böyleyse de, AB de Türkiye'ye karşı Kıbrıs üzerinden bir 'brinkmanship' politikası izliyor denebilir. Gelişmeleri dikkatle izleyen herhangi birisi, AB'nin Türkiye'ye karşı 'katılaştığı' sonucuna kolayca varabilir. AB Komisyonu'nun başkanı Romano Prodi, bir süre önce Güney Kıbrıs'a gitti. Kuzey'e geçip Rauf Denktaş'la görüşme gereği duymadı. Bu haftasonunda Denktaş, Ankara'da iken; Avrupa Parlamentosu'nun Başkanı Nicole Fontaine Kıbrıs Rum kesimindeydi. Fontaine, Ada'ya gitmeden önce, 'Kıbrıs (Rum Yönetimi diye de okuyabilirsiniz) AB'ye üye olmazsa, Avrupa Parlamentosu hiçbir ülkenin üyeliğini onaylamayacaktır' diye bir açıklama yapmıştı. Daha da çarpıcı olanı AB'nin genişlemeden sorumlu ve 1999'dan beri AB içinde hararetli bir 'Türkiye yanlısı' olarak göze çarpan yetkilisi Günther Verheugen'in sözleri. Verheugen, "Rum Yönetimi'nin AB'ye girmesinden sonra, Türkiye'nin KKTC ile entegrasyona gitmesi halinde büyük sorunlar yaşanır. Türkiye Avrupa perspektifinini uzun süre için yok olmasının bedelini ödemeye hazırsa, o zaman Türkiye'ye ben bile yardım edemem. Ama ben Türkiye'nin yeterince aklı başında olduğunu sanıyorum. Türkiye kendi çıkarlarını gözeterek Denktaş'ı yalnız bırakacaktır." dedi. Bu 'işaretler', AB'nin Türkiye'den Kıbrıs'a ilişkin olarak ve 'KKTC'yi ilhak'tan bile söz ederek yükselen 'şahin çığlıklar'ın 'resti'ne 'rest'le karşılık verdiğini ortaya koyuyor. Karşılıklı pozisyonlar, altı ay daha böyle kalırsa, Türkiye, 'Avrupa rüyası'na veda eder, AB dışında kalır. Verheugen'e İsmail Cem'in tepkisine dikkat: "Kıbrıs meselesi ulusal sorunumuzdur. Kıbrıs peşkeş çekilemez. Rum kesimi AB'ye girerse Türkiye'nin ilhak dahil kullanacağı kozları vardır. Türkiye alacağı karar ve takınacağı tavrın bedelini ödemeye hazırdır." Bir Dışişleri Bakanı'na hiç yakışmayan ve 'gaflar'la dolu cümleler bunlar. İsmail Cem'e sormalı: 1. AB, Türkiye'nin yarım yüzyıllık 'stratejik hedefi' olduğuna ve sayısız anlaşma ve 'kontratlar'la Türkiye kendini 'akdi olarak' bağladığına göre, AB, Türkiye'nin 'ulusal davası' değil midir? 2. Kıbrıs'ın 'peşkeş' çekilmesini isteyen kim? Helsinki belgesi, 'çözüm'den söz ediyor. Bugüne dek, Türkiye çözüm doğrultusunda hiçbir adım atmadı ve Denktaş'ın uzlaşmazlığının ardına saklandı. Sizin için 'çözüm' ve 'peşkeş çekmek' eş anlamlı mıdır? 3. Hani KKTC 'bağımsız' bir devlet idi? Türkiye -böyle tek ülke- KKTC'yi 'bağımsız devlet' olarak tanıyor. Bir 'bağımsız devlet'i ne hakla 'ilhak'tan söz edebilirsiniz? 'İlhak' kavramını kullandığınız anda, Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs'taki statüsünün 'işgalci' olduğunu zımnen kabullenmişsiniz demektir. Diplomasinin bu temel kuralını bilmeden, nasıl olup da Dışişleri Bakanı sıfatı taşıyabiliyorsunuz? İsrail, 1967'de Doğu Kudüs'ü ve Golan Tepeleri'ni 'işgal' ettiği için, 1980 ve 1981'de 'ilhak' ettiğini açıkladı. Ama 'sorun' ortadan kalkmadı, ağırlaştı. Irak, Kuveyt'i 2 Ağustos 1990'da 'işgal' etti ve ardından 'ilhak' ettiğini bildirdi. Neticede, bir savaşla ve yüzkızartıcı bir yenilgiyle Kuveyt'ten çıkartıldı. Yani, 'ilhak'tan söz etmek için 'işgal statüsü' şart. İşgal olmadan ilhak olmaz. Bu beyanlarıyla, Dışişleri Bakanı Cem, Türkiye'yi 'işgalci' olarak suçlayanların ekmeğine yağ sürüyor. İşin en doğrusunu Başbakan Bülent Ecevit, haftasonunda açıklığa kavuşturdu. TRT'nin bir programında "Bazı Avrupalı politikacılar Denktaş'ı sorunların sorumlusu olarak gösteriyorlar. Oysa Denktaş tek başına değil. Denktaş'la birlikte biz varız. Bunu Denktaş'ın kişisel düşüncesi sanmak, kendi kendini aldatmaktır." Doğru söylüyor. 'Sorun', Denktaş'dan ziyade Ankara'da. Bunu baştan beri vurguluyoruz. Denktaş, Ankara'nın kendisine 'ihale' ettiğini yapıyor. Eli kolu Ankara tarafından serbest bırakıldı. Bütün parası Ankara'dan giden, Ankara'dan gönderilen askeri birliklerin koruması altında bulunan, dış dünyaya tek çıkışı Türkiye olan birisinin 'bağımsız' olabileceği düşünülebilir mi? Ankara, 'Denktaş politikaları'nı arkalamazsa, Denktaş o politikaları güdebilir mi? Ecevit, doğru söylüyor. Ve, bunu söyleyerek KKTC'nin 'Ankara'ya bağımlı' olduğunu söylemiş oluyor. Bu yüzden, Kıbrıs, Ankara'daki 'anti-AB' siyaset merkezi tarafından araç olarak kullanılıyor. Türkiye'nin demokratikleşmesine, devletteki yapısal değişmeye kim karşı ise, Türkiye'nin AB üyelik hedefine de ayak sürüyor. Bunu yaparken 'Kıbrıs kozu' ile sahada gözüküyor. İşte Ecevit'in sözleri: "Rumların veya AB'nin isteği doğrultusunda bir çözüm uygulanmaya çalışılacak olursa Türklerin orada yeni bir soykırımla karşılaşması kaçınılmazdır…Türkiye, AB için çok önemli. AB için ne kadar önemli olduğumuzu Avrupalılardan çok Amerikalılar algılıyorlar." Şu sözlere bakıldığında, AB'nin Türkiye için 'içinde yer alacağı ve almak istediği bir yapı' ve bir 'gelecek partneri' olduğu mu çıkar; yoksa, Ecevit Ankara'sının AB'yi 'Türkiye'nin çıkarlarına aykırı bir hasım' olduğu mu? Tabii ki, ikincisi. Ve, her kim ki, Ecevit'in mantığında olduğu gibi, Amerikalılara güvenerek, Türkiye'nin Avrupa'da yer bulacağını zannediyor; hayal görüyor. Devam edeceğiz…
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |