T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R

Kurt ve köpekler

Bir tv kanalının haber programından görüntüler. Bir Anadolu köyü. Köylüler dağda bir kurdu yakalamış, boynundan ve ayaklarından bağlayıp köy meydanına getirmişler. Sonra da üzerine köpekleri salmışlar. Köpekler hâlâ kurttan korkuyor, ama kurdun eli-ayağı bağlı olduğu ve sık sık bağlarını tutanlar tarafından sürüklendiği için fırsat buldukça kurdun üzerine saldırıyorlar. Sonunda kurt mecalsiz kalıyor ve köpeklerin dişlerine teslim oluyor.

Tv kanalı, olayı "kurdun köpeklere vahşice parçalatılmasına isyan" duyguları içinde verdi. Gerçekte de insan, böyle bir manzarayı seyrederken köpeklerden tiksiniyor, köpeklere böyle bir fırsat tanıyan insanlara bakarken de insanlığından utanıyor.

Seyredemiyorsunuz böylesine bir vahşeti... Vahşeti, yani eli kolu bağlanmış bir varlığın, zayıf düşürüldüğü bir ortamda, gerçekte ondan korkanlar tarafından vahşice parçalanışını...

İnsanoğlunun bu tarafı iyidir, vahşi bir varlığın vahşete kurban gitmesine bile içinden isyan eder. İnsanın öteki tarafı kötüdür, çünkü işin öteki ucunda, vahşete zemin hazırlayan da bir insandır ve ortada insan farkı vardır.

Böylesine bir duygu anaforunun, son yılların Türkiye'sinde sıklıkla yaşandığını belirtmeliyim.

Başörtülü öğrenciler, işlerinden atılan başörtülü kamu görevlileri hep kafamın bir yerinde saklı duruyor ve zonkluyor. Cezaevleri zonkluyor, işsizler zonkluyor, fakir fukara zonkluyor, Doğu-Güneydoğu'nun insanları zonkluyor...

Başörtülü dünyaya yoğunlaşıyorum yeniden...

Onlar vahşi bir kurt değildi elbette ama, kurt-köpek ve insanın tv kanalına yansıyan ürpertici ilişkisini görünce aklıma, başörtülü öğrencilerin kuşatılmışlığı geldi.

Elleri ve kolları bağlayanlar, kenardan tezahürat yapanlar ve ortaya çıkan zaaf görüntüsü içinden bır kıymık zafer elde etmek isteyenler kimlerdi? Burada rol taksimi yapmak niyetinde değilim ama, başörtülü dünyanın, onların anne-babalarının, eşlerinin "kurt"tan daha zayıf düşürülmüş bir dönem yaşadıklarını, yaşamakta olduklarını biliyorum. Bursa'dan, Konya'dan, Kadıköy'den İHL'li çocukların e-maillerini alıyorum. "Yalnız bırakıldık" diyorlar. Onlara yalnız olmadıklarını yazıyorum ama, yalnızlık duygularını ne kadar giderebildiğimi bilemiyorum. Üzerlerine çullanılmış çocuklar bunlar... Marmara İlahiyat'ın öğrencileri finallere giremediler, şimdi yeni dönem için kayıtlarını yaptırmıyorlar... Çünkü başörtülü kayıt yapılmıyor ve erkek öğrenciler kız arkadaşlarını öyle yapayalnız bırakmak istemiyorlar. İnsani bir dayanışma örneği sergiliyorlar hiç olmazsa... Ben, Marmara İlahiyatlı erkek öğrencilere baktığımda, tıpkı, tv'deki görüntüyü seyrederken içi yanan insanların insani tavrını görüyorum. Ve içi yanmayana, hele öğrencilerin cısı karşısında kahkaha atana insani açıdan acıyorum.

Üstelik onlara, "kurt"un dramına yoğunlaşıldığı kadar yoğunlaşılmamış olmasını, yüreklerin onlar için bir "vahşi kurt"a gösterilen şefkat kadar şefkat gösterilmemesini, ülkem adına ciddî bir zaaf olarak görüyorum. Bu acı bu kadar sürmemeliydi. 32 kısım tekmili birden bir linç olayı yaşıyorsa ülke, bunu bu kadar kayıtsızca seyretmemeliydik. Yüreklerimiz kabarma kabiliyetini yitirmemiş olsaydı, kabarır ve bu lince "dur" derdi.

Bir dileğim var, o tv kanalı, kurt-köpekler ve insanlara ilişkin o haberi yeniden vermeli ve bizler, başörtüsü olayıyla o görüntüleri bütünleştirip, rolleri kişilendirerek bir kere daha seyretmeliyiz. Kim nerde duruyor, bir yürek sorgulaması yapmalı!

Medyada kıyım yaşanıyor ve beklenenin aksine bu kıyımın çığlığı duyulmuyor.

Oysa ben, "öleceksen medyaya yakın öl, çünkü sesi yüksek çıkar" diye söylerdim. Medyanın içinde kıyımlar var ve kopkoyu bir sessizlik hakim.

Deyim yerindeyse "deve dişi" gibi adamlara kıyılmış. Yılların köşe yazarları, yazıişleri müdürleri, editörler, muhabirler, binlerce insan kapıya konmuş ve bu vahim durum, medyaya cılız çizgilerle yansıyor. Hatta "bir kısım medya"ya yansımıyor. Çünkü kıyım "bir kısım medya"da gerçekleşiyor. Çünkü "bir kısım medya" tekelleri oynuyor.

Ben başörtülü öğrencilerin çaresizliği için hatırlamıştım sık sık "Yağmur yağınca kelebekler nereye kaçar?" sorusunu... Şimdi gazeteciler için hatırlıyorum bu çarpıcı soruyu... Nereye gider gazeteci, tekelin hışmına uğrarsa?

Başkalarının dramını keyif alarak seyretmek insani değil. Ama insanlığı, acılar bizim payımıza düştüğü zaman hatırlayabiliyor olmamız erdem değil.

Hakan Yavuz'un 14 aralık 2000 tarihli "Bu kadar pesimist olmanızı anlamıyorum" diye başlayan bir e-mail notu vardı, içimi ezdiği için ihtiyatla okuyordum, ama şimdi onu yeniden hatırlıyorum. Şöyle diyordu:

"Unutmayın ki hükümet istese de, meclis göz yumsa da dünyadaki güç merkezleri Türkiye'nin batışına göz yummazlar. Türkiye Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülke."

Hayret bir şey. Robert Kaplan da New York Times'ta bunu söylüyor: "Bush yönetimi.... son mali krizin jeopolitik kriz boyutuna ulaşmaması için Türk siyasî sisteminin modernleşmesini himayesi altına almaktan başka çaresi olmadığını anlamak durumunda kalabilir."

Başkan Bush dahil Amerikalılardaki yoğunlaşan hareketi böyle bir hassasiyetin göstergesi olarak okumak neden mümkün olmasın!


3 Mart 2001
Cumartesi
 
AHMET TAŞGETİREN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED