T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R

Kavramlar, sanal olunca...

Marx, ilginç bir düşünürdü. Bir teorisyenden çok, bir "kahin"di. Mirca Eliade'in yerinde tespiti ile "mesih gibi" bir adamdı. Marx'ın belli bir süre kutsanmasının nedenleri burada gizli. Büyülü bir gelecek, hayali bir "cennet tasviri", bir ütopya hayal etti; ama hayalinin hayalete dönüştüğünü göremeden çekip gitti bu dünyadan.

Marx'ın her yere ve duruma göre kullanılabilecek ilginç bir sözü var: "Katı olan her şey buharlaşıyor". Bu laf, modernliği anlatmak veya tasvir etmek için kullanılmış bir laf. Ama postmodernlik için de geçerliliğini koruyan, belki de postmodernliği daha iyi ifade ve tasvir eden bir gözlem.

Marx'la düşünsel ve zihinsel olarak aralarının pek de barışık olmadığını bildiğimiz Jean Baudrillard ise, "postmodern durum"u, daha anlamlı, daha somut bir şekilde tasvir eder: "Sanal olanla gerçek olan arasındaki sınırın veya farkın ortadan kalktığı bir durum". Böylesi bir durumda, sanal olan, gerçeğe; gerçek olansa sanal olana kolaylıkla dönüşebilir. Bu durum'da, gerçeğin yerini kurmaca alabilir; ve kurmaca, gerçek'ten daha gerçek ya da asıl gerçek katına yükseltilebilir.

Bunun en somut örneği, medyanın ürettiği gerçeklik'tir. Medya, bir olayı nasıl kurar ve sunarsa, o olay öylece gerçeklik kazanır hale gelmiştir. Medya, bu açıdan Heidegger'in deyişiyle "izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır". Dolayısıyla artık sanal olan'ın, kurmaca olarak imal edilenin hakim olduğu bir dünyada yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Türkiye'nin vaziyeti coğrafyası, tuhaf bir şekilde, Baudrillard'ın postmodern durum için tasvir ettiği tabloyu çok andırıyor. Türkiye, kelimenin tam anlamıyla, sanal olan, kurmaca / yapay olarak icat ve imal edilen şeyin hakim kılınmaya çalışıldığı bir ülke görünümü arzediyor. Bu ülkede her şey sanal. Modernleşme biçimimiz sanal; kullandığımız kavramlarımız sanal; hayata bakışımız sanal. "Sanal oğlu sanal" bir ülkede yaşıyoruz.

Bir durumu açıklamak için kullandığımız kavramların sanal olması, yaşanan gerçekliği açıklayamaması sonucunu doğuracaktır. Çünkü kullandığımız kavramların, bu toplumda bir karşılığı yoksa; karşılığı olmayan kavramlarla bu toplumu, bu toplumun sorunlarını açıklayabilmemiz elbette ki mümkün olmayacaktır.

Tüm bunları, Perşembe akşamı STV'de yayınlanan "Düşünce Ekseni" programında bireysellik konusunda yapılan tartışmalar dolayısıyla söyledim.

Sözkonusu tartışmaya geçmeden önce bu programı hazırlayan, sunan ve yayınlayan kişileri ve STV'yi kutlamayı bir görev olarak telakki ettiğimi vurgulamak istiyorum. Türkiye'nin hayallerle, hayaletlere dönüşen sanal sorunlarla boğuştuğu bir zaman diliminde reyting hobisi ve fobisi ile hazırlanmayan böylesine düzeyli, nitelikli ve kendi gündemini oluşturan özgün bir programı yayınlamakta inatla direndiği için STV yöneticilerini kutlamak gerekiyor. Bu tür programlar, Avrupa'da (İngiltere, Fransa ve Almanya'da) bir hayli ses getiren, yankı uyandıran ve zihin, ufuk ve tartışma açan programlar oluyor. "Düşünce Ekseni" programında da tartışılması, yankı uyandırması gereken önemli şeyler konuşuluyor ama nedense kimsenin umurunda değil.

Perşembe günü yayınlanan programda Ali Bulaç, Kurşat Bumin ve Etyen Mahupyan, Türkiye'nin sorunlarını, Türkiye'de insanların bireyselleşememeleri sorununa dayandırdılar (=indirgediler). Özetle, "Türk insanı bireyselleşebilmiş olsaydı; sorunlarını daha iyi farkederdi ve toplum olarak bu denli sanal sorunlarla boğuşmak zorunda kalmazdık" dediler.

Ben, birey figürü'nün bu toplumda tutmayacağına, varolamayacağına; dahası böylesi bir figüre ihtiyacımız olmadığına inanıyorum. Birey, çok farklı bir tip. Bizim birey'e değil; "şahsiyet" figürüne ihtiyacımız var, diye düşünüyorum.

Müslümanlığın, insanın hem iç hem de dış dünyasına aynı anda hitap eden anlam haritaları ve anlamlandırma pratiklerinin -her şeye rağmen- hala toplumu ayakta tutan temel aktör olduğu bir ülkede, birey, Batı toplumlarındakinden çok daha "uyumsuz" (akordsuz), "yıkıcı" bir tipe dönüşecektir. Bireyleşme ile atomlaşma; bireyleşme ile göreciliğin ve nihlizmin yükselişi arasında birebir ilişkiler var. Yine bireyleşme ile özne olarak insanın ve toplum'un çöküşü arasında da birebir ilişkiler olduğunu hatırlatmak isterim. Bunun için, Nietzsche'den Heidegger'e, Foucault'dan Deleuze'e kadar birinci sınıf Batılı düşünürlerin metinlerine ve söylediklerine bakmak yeterlidir.

Özetle söylemek gerekirse, Batı'da özne de, toplum da -sizlere ömür-, sırra kadem basmıştır. Birey de toplum da bitkisel hayat yaşamaktadır.

Söylemek istediğim şey şu: Eğer bu toplumu, bu toplumun sorunlarını anlamak, anlamlandırmak istiyorsak, bu toplumda işleyebilecek, karşılığı olabilecek kavramlarla düşünmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, bizim yaptığımız şey de tümüyle sanal ve dolayısıyla anakronik bir dünya önermekten başka bir anlam ifade etmeyebilir. Üstelik, bu toplumda karşılığı olmayan kavramlarla düşünmek bizi her zaman kendi-kendini sömürgeleştiren ve nesneleştiren; dolayısıyla hiçbir zaman özneleşemeyen, sadece nesne olarak kalakalan veya "donakalan" (opaque'leşen) bir toplum olma kısır döngüsünü, açmazını, handikapını yeniden icat ettirmekten ve üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bilmiyorum anlatabiliyor muyum derdimi?

Bu sütunda bu sorun üzerinde daha önce pek çok yazı yazdım. Öyle anlaşılıyor ki, bu yazıları sürdürmemiz gerekiyor.


3 Mart 2001
Cumartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED