|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türk siyasal hayatının bugünkü noktada kronik problemi artık tamamen "etkisiz" bir statü haline gelmiş olmasıdır. Siyasetin, siyasal süreçlerin gerektirdiği dinamik karakterden uzaklaşarak "etkisizleşmesi" artık bilinen birşey. Fakat bundan bir öncesinde, siyaset artık toplumsal hayat için, toplumun kendi geleceğini üretme yeteneği için bir "tutunum" noktası olmaktan çıktığı için etkisizdir. Dolayısıyla siyasetin etkisiz olması sadece "stratejik" bir sorun değil, daha derinlerde "karakteristik" bir sorundur. Siyaset, "toplumsal"ın "dip dalgaları"nın yüzeye çıkmasına aracılık edemediği için, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesinde bir "tutunum"/dayanak noktası olamamaktadır ve bu yüzden de toplum kendi geleceğini üretmek bakımından siyaset-dışı kurumları öncelemekte ve "merkezileştirmektedir". Türkiye gibi dış politikada sık sık stratejik hatlar temelinde pozisyon alması gereken bir "siyasal varlığın", siyasi modeller üretememesinin ve "dış dinamikler" ile "dış dayatmalar"ı birbirinden ayıramamasının nedeni de budur.. En son olarak, tarihsel yürüyüşünün bu kritik aşamasında Türkiye, Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinde bu markajın içine düşmüştür. Bu şemaya eklenen "ekonomik kriz"le birlikte "dış dinamikler"le Türkiye'nin teması, alabildiğine hızlanmış ve yoğun "sürtüşme noktaları" üretmiştir. "Dış dinamikler" ile "dış dayatmalar" bulaşık bir şekilde Türk siyasal hayatının "iç dinamiği" olmaktadır artık. Çünkü iç siyaset bir "süzgeç" görevi görecek "bütünselliğe" ve toplumsal desteğe sahip değildir. Toplumsal desteği arkasında bulamadığı için de, dış dinamikleri belli modeller içinde "yerlileştirecek" ve buna karşılık "dış dayatmaları saha dışına öteleyecek" modeller üretememektedir. Türkiye'nin temel yönetim sorunu budur. Bu sorun iç siyasetin giderek "lüzumsuzlaşmasından", dış politikanın "dirençsizleşmesine" kadar çok hayati noktaları felçleştirmiştir. Bu nedenle, AB temelindeki ya da krizin aşılması eksenindeki "ayrışmaların" veya "eklemlenmelerin" artık hiçbir "siyasal anlam"ı yoktur. Siyasetin "siyasal anlam üreten bir odak" olması için öncelikle "tutunum" noktası olması gerekir. Böylece iç gücüyle dış gelişmeleri göğüsleyebilir ve konumlandırabilir siyaset kurumu. Bu güce sahip bir "iç siyaset" karşısında "dış dinamikler" ile "dış dayatmalar" aynı kap içinde servis yapılamaz. Bunun için, siyaset kurumunun, belli noktaları "önceleyerek" ve "merkezileştirerek" yeniden yapılanması temeldir. İlk olarak, "siyaset"in Türkiye'deki kamusal alanın yeniden örgütlenmesi sorununun aktif bir öznesi olması gerekir. Bu, "devlet" ve "piyasa" markajına alınmış ve iki koldan da sahası daraltılan "siyaset"in çıkış noktasıdır. Son krizle beraber açık bir biçimde görülmüştür ki, "kamu hizmetlerinden faydalanmaya ihtiyaç duymayacak kadar zenginleşmiş olanlar" ile "kamu hizmetlerinden faydalanmaya güç yetiremeyecek kadar fakirleşmiş olanlar" arasında "fiilen" ayrışmıştır Türkiye. Salt "piyasa" adına ortaya koyulan uygulamalar ve öneriler, sadece büyük şirketlerin bilançolarına göre ayarlanmış bir ekonomik hayat kurgulamaktadır. Ekonomik göstergelerin bir cebirsel üst sonuç gibi algılanmasından bile geriye düşerek, sadece aritmetik toplam gibi değerlendirilmesi seviyesine inmiştir Türkiye. "Piyasa"nın önünü açan gelişmelerin azamileştirilmesi verimlilik açısından gereklidir, fakat bunların hemen yanı başına "düzenleyici ve denetleyici mekanizmalar" bütün gücüyle yerleştirilmezse, krizden çıkan Türkiye'nin elinde iyi bir borsanın yanı sıra bütün beşeri sermayesi tükenmiş insan yığınları kalacaktır. Siyaset "düzenleyici ve denetleyici mekanizmalar"ı saf devlet kurumları olarak değil, "kamusal üst kurumlar" olarak inşa etmelidir artık. Verili durumda "devlet"i küçültmek adına "piyasa" egemenleştiriliyor. "Piyasa"nın egemenleşmesi adına, insanların kendi üretim güçlerinin sembolü, iş üretme yeteneklerinin göstergesi gibi görmeleri gereken kurumların, bagaj muamelesine tabi tutularak satılmasının, ekonomik getirileri hesaplanırken, siyasal anlamları da iyi konumlandırılmalıdır. Aksi halde, verimlilik yerine borç ödemek üzere özelleştirme yapan, devletin hantallığından kurtulmak üzere piyasanın ceberrutluğuna teslim olan bir Türkiye çıkar ortaya. Bunun açık sonucu da, ekonomik yoksullukla beraber kimlik sorunlarını ve vatandaşlık krizlerini de içeren köklü çatışma alanlarının türemesidir. Böylece yönetim krizi derinleşir, siyaset tamamen kilitlenir ve Türkiye "dış dinamikler" ile "dış dayatmalar"ı özdeşleştiren zihin karışıklığına daha çok teslim olur. Olayın salt siyasi yüzü ve diğer yönleri gelecek yazıya...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |