|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Toplumu, toplumun ruhunu, ona ruh veren dinamiklerini, anlam haritalarını gözardı ederek bir ülkeyi yönetemezsiniz. Oysa Türkiye'de, sözümona modernleşme tarihimizin başlangıcından bu yana topluma rağmen ama toplum için bir şeyler yapma kaygısı güden "primitif", romantik, hayalci ve anakronik (tarih ve zaman dışında kalmış) bir zihniyet ülkeye vaziyet ediyor. Böylesi bir zihniyetin toplumu umut ve ufuk vaadedici bir yerlere götürebilmesi elbette ki muhaldir. Topluma rağmen ama toplum için bir şeyler yapma kaygısı, ciddiye alınacak bir kaygı değildir; "sahte", sadece "kendi çıkarını" öne alan absürt bir kaygıdır. Böylesine absürt ve gayrı sahici bir kaygıyla yola çıkanların ülkeyi götürecekleri yer asla bir sahili selamet olamaz; olsa olsa sahili sefalet olabilir. O yüzden bugün Türkiye'nin geldiği yer, sahili selamet değil, sahili sefalettir. Burada elbette ki, salt ekonomik sefalet veya çöküntüden sözetmiyorum. İçine sürüklendiğimiz sefalet çok boyutlu bir sefalet: Siyasi, kültürel, toplumsal, sanatsal ve hepsinden de önemlisi düşünsel veya zihinsel bir sefaletle karşı karşıyayız. Tarih yapmış ve tarih yazmış bir toplumun her şeyi alt üst edici, hallaç pamuğu gibi savurucu bir sefaletler yumağının ortasına yuvarlanıvermesi hazmedilecek bir şey değildir. Bu ülkenin herşeyi tarümar edici bir cendereye hapsedilmesinde toplumun kendisinin elbette ki küçümsenemeyecek bir rolü var. Ama burada asıl sorumluluk, bu ülkeye topluma rağmen vaziyet etme, çeki düzen verme romantizminin, hayalciliğinin, anakronikliğinindir. Topluma, toplumun dinamiklerine, anlam haritalarına empati beslemeyen (her bakımdan toplumla bütünleşemeyen) sulu sepken romantik, hayalci, anakronik ve fobik (topluma korkuyla bakan) elitlerin ve okumuş yazmışların topluma verecekleri esaslı bir şey elbette ki olamaz. Türkiye'de topluma, toplumun dinamiklerine, duyarlıklarına empati besleyen bir elitler ve okumuş yazmışlar sınıfı maalesef yok. Sadece empati besleyen değil, topluma, toplumun dinamiklerine ve duyarlıklarına gerçekten sempatiyle bakan bir elitler ve okumuş yazmışlar sınıfı da yok. Türkiye'deki elitlerin ve okumuş yazmışların toplumla, toplumun dinamikleriyle kurdukları ilişki biçimi antipatik bir ilişki biçimi: Toplumdan iğrenen, toplumun dinamiklerine, kutsallarına, anlam haritalarına bir "müstağrip" veya sömürgeci gözüyle bakan ve bu toplumu tarih yazan ve tarih yapan bir toplum yapan tüm imkanları ve dinamikleri yok sayan, (hatta 28 Şubat'tan sonra çok net biçimde gözlendiği gibi) yok etme savaşı veren ("iç düşman", "topyekün savaş" söylemlerini hatırlayın) tuhaf, gulyabanileri andıran bir elitler ve okumuş yazmışlar sınıfı hükümferma bu ülkede. O yüzden toplumun yaşadığı, içine sürüklendiği sıkıntılardan çok hala kendi paçalarını nasıl kurtarabileceklerinin hesaplarını yapmakla meşguller. Burada, "haksızlık yapıyor olabilir miyim acaba?" diye bir soru soruyorum ve verdiğim cevap şu oluyor: Bu insanların, topluma, toplumun dinamiklerine, anlam haritalarına, empati beslemediklerini, sempati ile de bakmadıklarını, aksine antipati ile yaklaştıklarını görünce "hayır," diyorum. Ve ekliyorum: Topluma, antipati ile yaklaşan insanların bu toplumun sıkıntılarını, dertlerini, acılarını anlayabileceklerini sanmıyorum. Hal böyle olunca, topluma empati beslemeyen, sempati ile yaklaşmayan insanlar, bu toplumun asla özne olmasını, kendi geleceğini kendisinin tayin etmesini istemeyeceklerdir. Modernleşme tarihimizin başlangıcından bu yana yapılan şeyi özetleyebilecek en önemli açıklama biçimi bu: Bu toplumun özne olması sürekli olarak engellendi; topluma, toplumun dinamiklerine hep "öteki" olarak bakıldı. İki gündür bir panel dolayısıyla Trabzon'dayım. Burada gördüklerim ve gözlemlediklerim, bu gazetede başından bu yana söylemeye çalıştığım temel gözlemimi doğruladı: Bu toplum, "Anadolu ruhu" olarak tanımladığım hasbiyane, safiyane, halisane ve hatta sofiyane haleti ruhiyesini koruyor. Ve elitlerin kendisine empati ve sempati beslememesine rağmen bu haleti ruhiyeyi nasıl yaratıcı ve imaginatif şekillerde hayata ve harekete geçirebileceğinin yollarını, imkanlarını araştırıyor. Tüm olan bitenlere rağmen "bu da geçer yahu" diyebilecek kadar kendinden emin. Hayatımızın her alanında iliklerimize kadar yaşadığımız sefalete rağmen hala "bu da geçer yahu" diyebilmek hiç de küçümsenebilecek bir tavır değil: Bu tavır, bugüne kadar sömürgecilerin bile yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyleri kendisine reva gören, feleğini şaşırmış elitlerin yapıp ettikleri her şeyi bu toplumun kendine özgü yöntemlerle veya reflekslerle püskürtmesini mümkün kıldı. Trabzon'da edindiğim izlenimler, bu tavrın, bu haleti ruhiye'nin yarın güçlü bir entelektüel rüzgar estireceğine, kendi "organik aydınlar"ını yetiştirebileceğine bir kez daha yakinen inanmama, tanık olmama imkan tanıdı. Çünkü bu topluma tarih yazdıran ve tarih yaptıran o engin ve zengin ruh, canlılığını, dinamizmini hala koruyor ve bir an önce herkesi kuşatacak ve kucaklayacak bir hamle, bir sıçrama yapmaya hazırlanıyor. Sonraki yazıda, boş bir umut pompalamanın, karamsarlıktan çok daha tehlikeli olduğunun farkında olan biri olarak boş bir umut pompalamadığımı "Anadolu ruhu"nun nasıl yepyeni ama kuşatıcı, kucaklayıcı bir sıçrama gerçekleştirecek bir potansiyele sahip olduğunu Trabzon'daki izlenimlerimden yola çıkarak göstermeye çalışacağım.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |