T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
Sadece 'En pahalı avukat' mı?

Vatan başyazarı Güngör Mengi, "İki mayın: Türban ve dokunulmazlık" başlıklı yazısında (29 Kasım) birinci "mayın"dan bahisle AKP'ye şu hususu da hatırlatıyor:

"AİHM'de (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) Türkiye'yi dava eden iki türbanlı kızı savunan İngiltere'nin en pahalı hukuk bürosunu kimler tuttu; bunu merak edebilsin."

Mengi'nin sözünü ettiği "en pahalı hukuk bürosu" konusu gazetenin manşetine de kurulmuş: "En pahalı avukat Türkiye'ye karşı"(!) (Gördünüz mü bir bu eksikti!)

Altbaşlık da şöyle: "Türkiye'yi dava eden türbanlı tıp öğrencisi Leyla Şahin'i astronomik ücretler alan ünlü bir İngiliz avukat savunuyor".

Manşetin "masum" olduğunu kimse ileri süremez herhalde; bu hal zaten Mengi'nin hatırlatmasından da belli. Yani gazete, "Türban davasında ödenecek bu paranın kaynağını görelim!" demek istiyor. Saçma da olsa manşette gizli ikinci "ima" da şu: AİHM'de "en pahalı avukat"ı tuttuğunuz zaman işler iyi gidiyor!

Vatan'ın manşeti, Güldeniz Ayral imzalı bir habere dayanıyor. Ancak şaşırtıcı bir biçimde, Ayral'ın haberinin tamamını okuduğunuzda manşette sözü edilen "en pahalı avukat"ın asıl özelliğinin "en pahalı avukat" olmadığı bal gibi anlaşılıyor. Stephen Grosz adlı bu İngiliz avukat, Vatan'da yer alan haberden öğreniyoruz ki, ülkesinin önde gelen insan hakları savunucularından birisidir. Grosz, aynı zamanda "İngiltere İnsan Hakları, Adalet ve Özgürlük Enstitüsü"nün direktörüymüş. Ayrıca "İnsan Hakları: 1998 Sözleşmesi ve Avrupa Konvansiyonu"nun ortak yazarlarından birisi. Bitmedi, ayrıca, insan haklarının korunmasına katkılarından dolayı "2002 İnsan Hakları Ödülü"nün de adayları arasında. Grosz'un dahil olduğu avukatlık bürosu bugüne kadar göçmenler başta olmak üzere ayrımcılığa maruz kalmış pek çok kişinin savunmasını üstlenmiş. Tamam, avukatlık ücretleri yüksekmiş ama ücretlerini de davayı kazandıktan sonra tahsil ederlermiş.

Biliyorsunuz, Grosz'un dahil olduğu büronun üstlendiği dava türleri genelde yüklüce bir tazminat da talep edilen davalar. Dolayısıyla, yüksek avukatlık ücretinin önemli bir bölümü de hakedilen bu tazminatlarla karşılanıyor. Peki durum böyleyken, Vatan gazetesi içinde bolca bilgi yer alan Ayral'ın haberini niçin içinde binbir "ima"nın bulunduğu bir manşetle sunuyor? Niçin olacak, söylemiştik ya; herşey şu "pastırma yazının erken sona ermesi" meselesinden kaynaklanıyor! (K.B.)

İsveç toprakları da mı 'kamusal alan'?

Star, galiba Cumhuriyet'in "Türban Başbakanlık'ta" manşetine nazire yapıyor "Türban İsveç'te" başlığıyla... Fakat Cumhuriyet'in başlığı, sonradan doğru olmadığı ortaya çıkmış olsa da, hiç değilse haberi taşıyordu; yani haber zaten doğrudan "Abdullah Gül'ün türbanlı sekreterinin Başbakanlık'ta göreve başladığı"na ilişkindi...

Oysa Star'ınkinde, başlık ve spot ayrı baş çekiyor, haber ayrı...

Tersten gidelim, haberden başlayalım... Adalet ve Kalkınma Partisi

(AK Parti) Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın ikinci Avrupa gezisini öbür gazeteci arkadaşlarıyla birlikte izleyen Star muhabiri Zübeyir Kındıra, Stockholm'den bildiriyor:

AK Parti lideri Erdoğan, AB turunun Türkiye'ye en sert bakışıyla bilinen durağı İsveç'te, Başbakan Goran Persson'la görüştü. Erdoğan, görüşme sonrasında Türkiye'nin 'Avrupa'nın kenar mahallesi' olarak kalmaması gerektiğini belirtti ve 'Tarih alıp, Avrupa'da yerimizi almak istiyoruz' dedi...

İşte böyle başlıyor haber ve sonuna kadar da Erdoğan'ın ikinci Avrupa turundaki temaslarını aktararak gidiyor... Bu arada, "Baykal'a sert mesajlar" ara başlığının altında, geçerken söylenmiş şu satırları okuyoruz:

"Bir toplantıya katılmak üzere İsveç'te bulunan AK Parti MKYK üyesi Sema Ramazanoğlu'nun da başındaki türbanıyla izlediği açıklamalar sonrası..."

Star yazıişlerinin kıyamayıp başlığa çektikleri bölüm, işte bu... Anlaşılan o ki, Star yazıişlerindeki meslektaşlarımız, "ikinci tur"un en önemli hadisesi olarak bunu tespit etmişler; İsveç'in, Fransa'nın Türkiye'nin üyeliğini ilişkin tavırlarının fazla da bir önemi yok. Bakın, Star'cılar Zübeyir Kındıra'nın gönderdiği haberin "ruhu"nu nasıl algılamışlar:

"TÜRBAN İSVEÇ'TE... Avrupa turunu sürdüren Tayyip

Erdoğan dün İsveç Başbakanı ile görüştü. Görüşme sonrası iki liderin açıklamalarını AK Parti'nin türbanlı üyesi Sema Ramazanoğlu da izledi..."

Öte yandan "Türban'ın İsveç'te" olmasının sunumuna ilişkin bir şeyler de söylemek isteriz... O başlık, o spot ve habere eşlik eden Sema Ramazanoğlu'nun basın toplantısını izlerken çekilmiş fotoğrafıyla yetinen okurların kafasında kalacak olan şey şudur: Tayyip Erdoğan, Avrupa turunun ikinci ayağına giderken yanında MKYK üyesi Sema Ramazanoğlu'nu da götürmüştür. (Tabii ki tesadüf değildir bu mizanpaj, Star yazıişlerinin ustalığının bir sonucudur.) Oysa, haberden öğreniyoruz ki, Ramazanoğlu "bir toplantıya katılmak üzere orada"dır ve hazır oradayken bu basın toplantısını da izlemeye karar vermiştir.

Tabii şu da var: Tayyip Erdoğan'ın Ramazanoğlu'nu yanında götürmesinin laiklik açısından bir sakıncası mı var? Hangisi "kamusal?" Tayyip Erdoğan'ı İsveç'e götüren uçak mı, İsveç'te basın toplantısının yapıldığı salon mu? (A.G.)

Hükümetin hızına 'manşet' dayanmıyor!

2 Aralık tarihli Yeni Şafak gazetesinin manşeti doğrusu okurlarını ziyadesiyle memnun eden bir manşetti: "İşkenceci 50 yıl da geçse yargılanacak". Ne güzel, nihayet her hukuk devletinde olması gereken bir düzenleme ülkemizde de gerçekleşiyordu.... Gazetemizin sadece manşeti değil, spotları da çok memnuniyet vericiydi: "Yeni Şafak'a önemli açıklamalarda bulunan Ertuğrul Yalçırbayır, işkence suçlarında zaman aşımını kaldıran madde ile, Kürtçe eğitim için dilekçe veren öğrencilerin affına yönelik üniversite öğrencilerine disiplin affı getiren maddeleri bizzat kendisi pakete koydu." Bu haber de doğrusu pek güzel; nihayet bir haksızlık daha ortadan kalkacak...

2 Aralık tarihli Yeni Şafak'ın birinci sayfasını süsleyen bu manşet, gerçekten de Yalçırbayır'ın gazetemizden Nevzat Demirkol'a yaptığı özel açıklamalardan derlenmişti. Haberin devamını okuduğumuzda, Yalçınbayır'ın ağzından aktarılan daha başka iyi haberler de alıyorduk: "Yalçınbayır, pakette yer alan yeniden yargılama hakkı konusunun Leyla Zana'ya endekslenmesinden de rahatsız. Konunun kişiselleştirilmemesi gerektiğini vurgulayan Ertuğrul Yalçınbayır, bu haktan en az 300 kişinin yararlanacağına işaret etti."

Evet, işte size Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır'ın Yeni Şafak'tan Nevzat Demirkol'a yaptığı özel açıklamadan bazı iç açıcı bilgiler....

Biliyorsunuz, Yalçınbayır'ın sözünü ettiği üç düzenleme, AKP'nin TBMM'ye sevketmek istediği 36 maddelik yeni "Uyum Paketi"nde yer alıyor. Daha doğrusu "yer alıyordu"! Çünkü 2 Aralık tarihli Yeni Şafak'ın manşetinin yanına aynı tarihli Radikal'in manşetini koyacak olursanız, Yalçınbayır'ın sözünü ettiği üç meseleye ilişkin "uyum" tasarılarının maalesef paketten çıkarıldığını anlıyordunuz. Radikal, " 'Uyum' paketi deliniyor" manşetiyle, AKP'nin TBMM'ye sevketmeye hazırlandığı 36 maddelik "uyum" paketinin, Yalçınbayır'ın altını çizdiği üç alanda yapılması beklenen değişikliklerden vazgeçildiği için, 32 maddeye indiğini bildiriyordu. Bazı gazeteler bu değişikliğin MGK'nın son toplantısında hükümet üyelerinin önüne konan "Kırmızı kitap"tan kaynaklandığını yazsa da, Yalçınbayır, bu tür haberleri yalanlıyordu.

Radikal'in haberinde altı özellikle çizilen bir gelişmeyi biz de ayrıca hatırlatalım. Gazete Yalçınbayır'ın açıklamasından hareketle, diğer iki düzenleme gibi "işkence suçunda zamanaşımının ortadan kaldırılmasıyla ilgili düzenleme"nin de uyum paketinden çıkarılacağı sonucunu çıkarmış. Niçin böyle bir sonuca varıldığının açıklaması ise şöyle: "Bu düzenlemelere Adalet Bakanlığı'nın 'teknik' nedenlerle karşı çıktığını belirten Yalçınbayır, 'Asıl kusur bir devletin bu kadar uzun süre yargılayamaması. İşkence insanlık suçu, elbirliğiyle ortadan kaldırmamız lazım' diye konuştu." Ne dersiniz, bu açıklamadan Radikal'in çıkardığı sonuç çıkartılabilir mi? Bize göre "evet"; gazetemizde karşılaştığımız "İşkenceci 50 yıl da geçse yargılanacak" manşetinin bütün keyfini kaçırsa da, bize göre de "evet"... Çünkü bugüne kadar kazandığımız tecrübe sonucunda biliyoruz ki, işkence meselesine ilişkin resmi bir açıklama "Asıl kusur...." diye başlayıp "işkenceyi elbirliğiyle ortadan kaldırmamız lazim" diye biterse, "ipe un serme" işlemi kendisini göstermiş demektir!

Sonuç olarak, Yeni Şafak'ın okurları memnun eden manşeti daha yayımlandığı sabah kadük olmuştu... Nevzat Demirkol'un Yalçınbayır'dan aldığı özel açıklamalar araya giren bir iki gün içinde bütün değerini ve anlamını yitirmişti. Bu durumda ne yapalım; fazla aceleci davrandığı, ihtiyatlı olmadığı için Yeni Şafak'ı mı, yoksa hızına "manşet" dayanmayan hükümeti ve de özellikle Başbakan Yardımcısı Yalçınbayır'ı mı eleştirelim? (K.B.)

Bu da böyle bir gazete işte!

29 Kasım tarihli Cumhuriyet'in birinci sayfasından haberler:

"Kıyım hazırlığı" (Manşet). Milli Eğitim Bakanlığı'nda "geniş çaplı bir operasyon için düğmeye" basılmış. 1041 kişilik liste hazırmış. Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu bu yoldaki söylentileri birkaç kez yalanlamış ama Cumhuriyet tezinde ısrarlı!

"Devrim yasasına tırpan". AKP'nin uyum paketinden "Atatürk'e hakaret" amaçlı dernek kurma yasağı kalkıyormuş. Dernekler Yasası'nın bugünkü durumu "içler acısı" olmasına ve yeni tasarının ortaya "eli yüzü düzgün" bir yasa çıkarmayı amaçlamasına rağmen, Cumhuriyet tezinde ısrarlı!

"Türkiye tarih alamaz". Bir "gamlı baykuş" haberi daha... Avrupa Birliği'nde en büyük grup olan Hıristiyan Demokratlar'ın oluşturduğu Avrupa Halk Partisi Grubu Başkanı Hans Gert Pöttering, "Türkiye'ye Kopenhag'da müzakere tarihi verilmeyeceğini" ileri sürmüş. Öyle tuhaf bir manzara ki, Türkiye Kopenhag'da geri çevrilse Cumhuriyet gazetesi bayram evine dönecek gibi!

"Kararlar zorlanmamalı". Benzer bir "iç karartıcı" haber daha... "Yargı çevreleri" türbanın yeniden gündeme getirilmesinden rahatsızmış. Sözü edilen "yargı çevreleri"nin kimler olduğundan tabii ki haber yok!

"Atatürk'e saldırı". Üsküdar İmam Hatip Lisesi'nin bahçesindeki Atatürk büstü Öğretmenler Günü'nde kırılarak üzerine hakaret içerikli yazılar yazılmış. Görüyorsunuz, bir gazete ancak bu derece "kötümser", "iç karartıcı", "iç daraltıcı" bir birinci sayfa yapabilir! Eğer hâlâ gazetesine mutlak güven duyan Cumhuriyet okurları varsa, bu okurların 29 Kasım sabahı içinde bulundukları ruh halini tasavvur edebiliyor musunuz? (K.B.)

Fazla 'münasebetsiz' bir fotoğraf değil mi?

Milliyet'te bir fotoğraf: Kültür Bakanı Hüseyin Çelik, Antalya'dan yurtdışına kaçırılan Dionysos Heykeli'nin (nihayet) Türkiye'ye iade edilmesi dolayısıyla düzenlediği tanıtım toplantısında... Dionysos Heykeli'ni yapan sanatçı bildiğiniz gibi, model olarak "sivil" bir genç adamı seçmiş. Çelik'in heykelin üzerindeki kırmızı örtüyü kaldırarak Dionysos'u "öylece" ortada bırakması bizim "yeniyetme" gazetecilerimizi epeyce şaşırtmış olacak ki, akla hemen bir "muziplik" gelmiş! Sonuç Milliyet'te yer alan fotoğraf: Kültür Bakanı'nın bakışlarının "sivil" Dionysos'un en "sivil" bölgesine yöneleceği an dikkatle izlenip, tam "o an" deklanşöre basılmış! Resimaltıysa zaten dünden hazır: "Bakan Çelik Dionysos'a daldı gitti..."

Ne kadar "münasebetsiz", daha doğrusu ne kadar "toy" bir habercilik bu böyle... Yalan değil, tam da "yeniyetme" bir ruh hali değil mi? "Çıplak" bir heykelin karşısında bile "kıkırdamadan" duramıyor... (K.B.)

Radikal'e küçük bir öneri...

Radikal'den Türker Alkan'ın 28 Kasım tarihli yazısından: "12-13 Aralık zirvesinde olumlu bir sonuç çıkarsa mesele yok, AKP liderliği ve Türkiye rahatlar. Ama, bizi oyalama izlenimi veren kötü bir sonuç çıkarsa, AKP'de ciddi sıkıntılar başlayabilir. AKP'nin 'Camiler kışlamız, cemaat ordumuz' türü radikal söylemlerle beslenip büyütülmüş bir tabanı var. Bu taban, seçimden çok şey bekleyerek çıktı. Başörtüsü de dahil olmak üzere (Hilton'da ve İçişleri Bakanlığı'nda kılınan gösteri namazları elbette bir rastlantı veya yanlış anlama sonucu değildi) pek çok konuda 'laik düzenle hesaplaşma' beklentisi taşıyan bir kitle var."

Ne diyelim, benzeri az olsa bile bu da bir "analiz"!

Radikal'den Mehmet Ali Kışlalı'nın 28 Kasım tarihli yazısından: " 'Türban insan hakkıdır' safsatası ile iç ve dış hukukta çıkış arayanların tüm kapılarının kapanmış olduğunu, buna rağmen sarf edilen çabaların ülkeyi nereye doğru götürdüğünü değerlendiriyor musunuz? (...) Yukarıda özetlediğim hukuki durum varken, Cumhuriyet'in temellerini belirleyen prensiplere kimlerin nasıl sahip çıkabileceği belliyken, Batı' ya doğru bütün gücümüzle yönelmişken, hangi umutla mevcut havayı bulandırmak isterler. (...) Sözünü ettiğim konularda ne kadar hassas oldukları çok iyi bilinen Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bugüne kadar suskun kalmalarının da yanlış değerlendirilmemesi gerekir...."

Ne diyelim, her zamanki Mehmet Ali Kışlalı işte...

Radikal yönetimi ne der bilemeyiz ama şöyle bir önerimiz var: Birbirini tamamlayan yazılara kolayca ulaşılması bakımından Türker Alkan ve Mehmet Ali Kışlalı'nın köşeleri aynı sayfaya yerleştirilse fena mı olur? (Unutmadan; eğer bu öneri kabul görürse, bu taşınma işlemi sırasında Hasan Bülent Kahraman ve Mine Kırıkkanat'ın köşelerinin karşı sayfaya yerleştirilmesinde de büyük yarar var.) (K.B.)

Erdal Şafak'ın da canı sıkılmaya başladı...

  • Sabah başyazarı Erdal Şafak'ın 28 Kasım tarihli yazısından:

  • "Erdoğan'ın 'Demokrasi ve İslam'ı yanyana koyan' söylemleri, bazı AB liderlerinin onu ve partisini 'Kemalist düzeni değiştirecek hareket' gördüklerini söylemeleriyle başladı. Çünkü onların şablonlarında Atatürkçülük 'Baskıcı rejim' anlamına geliyor. Laikliği yerleştirenin de, demokrasiyi getirenin de, bunların güvencesinin de o ilkeler olduğunu gözardı ediyorlar. Erdoğan'ı işte bu tahliller yüreklendirdi, bu yorumlar bir misyona soyundurdu.

  • Ancak, Başbakan Gül'ün ifadesiyle Erdoğan'ın söylemi bir 'Retorik' olmaktan öteye gidemez. Çünkü... AB ile İslam dünyası arasında köprü olmaya evet ama İslam ile demokrasiyi uzlaştırmaya hayır... O, 50 yıllık Türk demokrasisinin değil, demokrasiye geçme denemeleri yapan Fas, Cezayir, Bahreyn gibi İslam ülkelerinin işi."

  • Yoruma hacet yok, başyazıdaki "fikri" görüyorsunuz... Bu ve benzer "tahlilleri" okuduktan sonra siz de bizim gibi, "Zamanında Aristoteles'in yerçekimini 'herşey tabii yerine özler, oraya ulaşmak ister' diye tanımlamasını hatırlatır biçimde, bizim gazetecilerimizin de o 'tabii yerleri'ne ne kadar hızla dönüyorlar" diyor musunuz? (K.B.)

    Zaman'dan 'haber takibi' dersleri...

    Gazeteciliğimizin en ciddi sorunlarından birinin "fikri takip" olduğu açık... Yazılan bir haberin peşini getirmek, herşeyden önce okura saygı açısından gerekli... Uzun söze gerek yok, haber takibi, mesleğin ruhuna ilişkin bir şey; olmazsa olmaz kabilinden bir şey...

    Biz, Zaman gazetesindeki meslektaşlarımızın "haber takibi" meselesini bir mesele olarak algıladığının, bu mesele üzerinde yoğunlaştığının ve bunun örneklerinin zaman zaman gazeteye yansıdığının farkındayız... 28 Kasım tarihli Zaman'da, bütün meslektaşlarımıza, "Bizi, bu haberi bile takip etmekten alıkoyan çalışma tarzı nasıl bir tarzdır?" sorusunu sordurması gereken bir manşetle karşılaşınca, manşeti duyurmaya karar verdik. Önce başlık ve spotu aktaralım:

    "Öğrenciyi döven değil, serbest bırakan polis suçlu bulundu... Polisin, bir öğrenciyi depoya götürerek dövmesi 6 Kasım'daki YÖK'ü protesto eylemlerine damgasını vurmuştu. Emniyet müfettişleri, olayda ismi geçen polisleri suçsuz bulurken, öğrencinin serbest bırakılması talimatını veren Çevik Kuvvet Şube Müdürü'nün yargılanmasını istedi..."

    Bakın mesele nedir? "Polisin, YÖK'ü protesto eylemleri sırasında bir öğrenciyi depoya götürerek dövmesi", bütün gazetelerde ve bütün TV kanallarında fotoğraflarla, görüntülerle tespit edilmiş, olay, vatandaşların müdahalesiyle sona ermişti. Yani, bütün gazetelerin ve bütün televizyonların büyük önem verdiği, kamuoyuna mal olmuş bir haberden söz ediyoruz...

    İlk günkü haberlerden, olay hakkında Emniyet Genel Müdürlüğü'nde soruşturma açıldığını da öğrenmiştik... Pek bu durumda, soruşturmanın nasıl sonuçlandığını öğrenmek okurun hakkı, gazetecinin de görevi değil midir?

    Yapılacak iş çok basit: Gerekli notlar alınacak ve rapor süreci izlenecek, "nisyan"a terk edilmeyecek. Ve sonuç: Anlıyoruz ki, bu rutin işi sadece bir gazete yerine getirmiş... Zaman, ertesi günkü (29 Kasım) takip haberinde işin tadını çıkarıyor haklı olarak:

    "(...) Dün 'Öğrenciyi döven değil, serbest bırakan polis suçlu bulundu' başlığıyla manşetten duyurduğumuz rapor birçok televizyon kanalı tarafından flaş haber olarak duyuruldu..."

    Devamını da biz getirelim: 29 Kasım tarihli gazeteler de, raporu Zaman'dan bir gün sonra geniş haberlerle duyurdular okurlarına...

    Zaman'ın "haber takibi"ni ne ölçüde ciddiye aldığı, 29 Kasım'daki manşetinden bir kez daha anlaşıldı. Başlığı ve spotu okuyalım:

    "Sınav sistemi değişince 'trafik canavarları' sınıfta kaldı... İlk kez merkezi sistemle imtihana giren 112 bin şoför adayının yarısı ehliyet sınavını kazanamadı. Aralarında büyük şehirlerin de bulunduğu 22 ilde, daha önce yüzde 90 olan başarı oranı, yüzde 10'u bile geçemedi."

    Görüyorsunuz, burada da sorun aynı... Bütün gazeteler bize, ehliyet sınavında sistemin değiştiğini haber vermişti ama, yeni sistemle yapılan ilk sınavlarda nasıl bir sonuç çıktığına ilişkin haberi vermek, yalnızca Zaman'a nasip olmuştu... (A.G.)


  • 3 Aralık 2002
    Salı
     
    YÖNETENLER: Kürşat Bumin
    Alper Görmüş


    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan| Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED