|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 Aralık'ta Kopenhag'tan bakalım nasıl bir "tarih" çıkacak? Görülen o ki, bir bakıma Türkiye'nin tepkisini ölçmek için de ortaya atılan "2005"ten bir adım geri atılarak, görüşmelerin "2004"te başlaması hususunda uzlaşılacak. 2004, bize göre de makûl bir tarihtir, çünkü Türkiye'nin "Kriterler" konusunda yerine getirmesi gereken "ödevler"i tamamlaması için nereden baksanız bir iki yıla ihtiyaç vardır. Tamam, hükümetin bu konuda çok daha kısa bir sürenin yeterli olduğunu ileri sürmesi bu yoldaki kararlılığını göstermesi bakımından çok olumlu bir gelişmedir; ancak bu ülkede işler sadece hükümetin iradesine bağlı olarak yürümüyor ki... Niyetim Türkiye'nin, tarihinin en önemli atılımlarından birisini gerçekleştirme yolunda attığı kararlı adımları küçümsemek değil tabii ki... Ama hepimiz biliyoruz ki, her ülke gibi bu ülkenin gerçek bir dönüşüm geçirebilmesi de, sadece hükümetlerin yenilenmesiyle bir günden ötekine mümkün değil. Herşeyden önce, hep söylendiği gibi, ete kemiğe bürünmüş "hikmet-i hükümet" olarak karşımızda duran şu "bürokrasi"yle nasıl başedeceksiniz? Ben işte geçen gün sırf bu nedenden dolayı bir bakanlıktan özellikle söz etmiştim. Sırf bu nedenden dolayı, bakanlık bürokrasisi içinden gelen siyasilerin, bizde artı bir özellik olarak değerlendirilse de, tam tersine siyasete "teşkilat ruhu"nu ister istemez taşıyacağından söz etmiştim... İsterseniz bugün de karşı bir örnek vereyim: Milli Eğitim Bakanlığı gibi ülkenin en "hantal", en "tutucu", en "çağdışı" ve "kalabalık" bir bakanlığının başına bir "kaza" sonucu bile olsa Erkan Mumcu'nun getirilmesi "hiç yoktan" çok iyidir. Mumcu, hakkındaki kanaatimiz tam oluşmamış olsa da, "bakanlığına" yabancı, bakanlığının "ağır" havasını bugüne kadar teneffüs etmemiş bir siyasetçi olmak bakımından çok şanslıdır! Türkiye'nin bütçesinin, ne kadar az bulunsa da yine de hatırı sayılır bir bölümünü kullanan bu bakanlıkla "başedebilmek" için bu "şans"a sahip olmak birinci şarttır. Ülkenin eğitim ve öğretim sistemini tamamen bir kısır döngüye dönüştürmüş, "öğrenme"nin ve dolayısıyla geniş anlamıyla "kültür"ün hayatın en "eziyetli" işi olduğuna bütün öğrencileri çok iyi ikna etmeyi becerebilmiş, üç aşağı beş yukarı birbirinin aynı "müfredat"la 5 yılı az bulup 8 yapan ama bu koşullarda ne hikmetse "12 yıl" hedefinden de vazgeçmeyen "geri" mi geri bu bakanlık öyle büyük bir "sarsıntı" geçirmeyi hakediyor ki, bu işin altından "bakanlık tecrübesi" olan birisinin kalkabilmesi imkansızdı. Biliyorsunuz, "tecrübe"nin insana her zaman yararı olduğu söylenemez; kötü kurumlarda edinilen kötü "tecrübeler" sırasında iyi şeyler yapabilme yolunda büyük "ayakbağı" da olabilir.... Biliyorsunuz; bu yılın ağustos ayında, TBMM'den, Kopenhag Kriterleri gereği olarak AB'ye sunulan "Türkiye Ulusal Raporu"nda yer alan "Kültürel Yaşam ve Bireysel Özgürlükler" başlıklı taahhüdümüz uyarınca "Anadil Öğretim ve Yayın Hakkı"nı tanıyan bir yasa da geçti. Sonra fazla gecikmeden (20 Eylül) bu hakkın nasıl kullanılacağını düzenleyen bir yönetmelik de çıkageldi: "Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik". Ne güzel ve ne hızlı bir çalışma temposu değil mi? Peki Türkiye Devleti bu önemli konuyu da böylece halletmiş mi oldu? Ne gezer... Hatırlayanlar belki vardır; bu köşede yayımladığım "Çerkesler arasında" başlıklı iki yazıyla, söz konusu "Yönetmelik"in işleri nasıl daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdiğini açıklamaya çalışmıştım. Milli Eğitim Bakanlığı "bürokrasisi" ne yapıp etmiş ve sonuç olarak "Yönetmelik"e konu olan dillerin pratikte nasıl ve niçin "öğretilemez" olduğunu pek güzel açıklamıştı! "Geleneksel dilini" öğrenmek isteyen sen miydin; al sana "hak", al sana "yasa", ama uygulamaya gelince kusura bakma, çünkü "Yönetmelik" engeli var! Yani tam "Türk usulü" bir manzara... (Bu konuda hiçbir itiraz duymadığımıza göre acaba haberdar değiller mi? Kopenhaglılar'a bunu da biz mi hatırlatsak acaba!) Bu önemli mesele Çerkesler'in çıkardığı "Nart" dergisinin son sayısında bir kez daha gözden geçirilmiş. Benim önceki yazılarımda da adını andığım Muhittin Ünal, söz konusu "Yönetmelik"i bir kez daha değerlendirmiş. (O günlerde sorduğum bir soruyu bugün de tekrar edeyim: "Anadili Öğrenim ve Yayım Hakkı" denilen hak bu ülkede sadece Çerkesler için mi çıkarıldı ki, "diğerleri"nden bu konuda hiç ses yok!) Ünal, bu yazısında bazı "mihraklar" ya da "Amacımız ideolojik değil" gibi biraz "eski" sözcük ve ifadeler kullanmasına rağmen, "Yönetmelik"i bir kez daha çok iyi gözden geçirmiş. "Yönetmelik"in getirdiği aşılması çok zor olan engelleri özetle şöyle sıralıyor: 1- Sözkonusu dillerin öğretiminin yapılacağı kurumların açılabilmesi için getirilen şartlar (yeterli sermaye taahhüdü, mali ve sosyal güvenlik teminatları, öğretmenlerin üçte ikisinin kadrolu ve sözleşmeli olması, kullanılacak kitapların Talim Terbiye Kurulu'nca onanmış olması) çok ağır ve gereksizdir. 2- Kurslarda görev yapacak yönetici, öğretmen ve usta öğreticiler için aranan şartlar (Türk vatandaşı olmak, öğretmenlik tecrübe ve formasyonuna sahip olmak, "Usta Öğreticiler" tanımının yapılmamış olması) ise neredeyse "Sen bu işten vazgeç!" demekle eşanlamlıdır! 3- Kursiyerler için getirilen yaş sınırı anlaşılır gibi değildir. Yönetmelik kurslara katılma hakkını ilköğretim okullarının 6. sınıfına gelmiş öğrencilerine (13 yaş) ve kursiyerin öğrenci olmaması durumunda ise 18 yaşındaki gençlere tanımaktadır. Bu yaşlarda başlayan bir dil kursunun ne derece yararlı olacağı herkesin malûmudur. 4- Kursların verileceği kurumun dilediği gibi ad seçmesi mümkün değildir. (Yani "Türkçe olmayan ve Türkçe anlam ifade etmeyen isimler" kullanılamaz.) 5- Kurslarda kullanılacak ders araçları-kitaplar için getirilen, Talim Terbiye Kurulu tarafından onanmış olma şartı, besbelli ki Yönetmelik'e bir "komiklik" olsun diye konmuştur! Düşünün; bugün dünyada "Ubıhça"yı konuşan tek bir kişi (Tevfik Esenç) var ve diyelim ki siz de "Ubıhça" kursu açmak istiyorsunuz. Ne yapacaksınız yani, Tevfik Bey'i bir gün "kurs"ta, bir gün Talim Terbiye'de mi görevlendireceksiniz! Şaka bir yana, ne Kafkas dillerini, ne de Kürtçe ya da Lazca'yı bilmeyen Talim Terbiye neyin denetimini nasıl yaparak kitaplara "Uygundur" damgası basacaktır? Toparlayacak olursak: "Nart" dergisinde Muhittin Ünal'ın da çok güzel açıkladığı gibi, Milli Eğitim Bakanlığı'nın hazırladığı "Yönetmelik"le Kopenhag'tan vize almak mümkün değildir! Dolayısıyla, üzerinde yıllarca konuşulduktan sonra "Nihayet çıktı!" diye sevindiğimiz bir yasanın bir an önce uygulanmasını beklerken bu derece engel çıkaran bir Yönetmelik'le karşılaşmak gerçekten düşündürücüdür. Bakalım yeni Maarif Bakanımız (bir zamanlar kullandığımız "maarif" adı, "milli eğitim"den çok daha "sivil" bir ad değil mi?) bu konuda neler yapacak? Biliyoruz işi başından aşkın ama unutmayalım ki bu iş de doğrudan Kopenhag'la ilgili! Başlamışken, yarınki yazıda da, yine son yıllarda hakkında çok laf ettiğimiz "Anadilde yayın" meselesine (ve yasasına) ilişkin olarak RTÜK tarafından hazırlanan ve geçenlerde yayımlanan Yönetmelik'i gözden geçirelim. Bugünden şu kadarını söyleyeyim ki, "münasebetsizlik" ve "komiklik" açısından bu Yönetmelik'in de diğerinden aşağı kalır tarafı yok doğrusu...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |