|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu, 'havada' yazılan bir yazı. Amerika'dan gerisin geri Avrupa'ya dönerken, New York'tan Kopenhag'a uçarken havada yazılıyor. Türkiye'de dünün öğledensonra saatlerinde... Yazı, sadece yazıldığı 'mekan' itibarıyla 'havada' değil; aynı zamanda 'içeriği' itibarıyla elle tutulur sonuçların ortada görünmemesinden ötürü 'havada' bir yazı sayılabilir. Tayyip Erdoğan ile az önce uzun bir söyleşiyi tamamladık. Hepimize upuzun gelen, sanki bir haftadır Türkiye dışındaymışız duygusunu veren Amerika temaslarını 'hasadı'nı kaldırdık. Upuzun duygusu uyandıran 'Amerika seferi' aslında kısacık idi. Tam bir güne Washington ve New York'taki yoğun biçimde Irak, AB ve Kıbrıs konularını kapsayan Beyaz Saray ve Birleşmiş Milletler temasları sığıverdi. Amerika'da geçirdiğimiz süre, Washington'daki uyku saatleri dahil yaklaşık 32 saat. Buna karşılık, 18 saatlik bir süreyi Kopenhag-Washington-New York-Kopenhag güzergahında havada, uçarken geçirdik. Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan'la havada konuşabildik, havada yazıyorum... Önce, bu seferin en önemli bölümünün Tayyip Erdoğan-George W.Bush görüşmesinin 'havası'na bakalım... Ben, Beyaz Saray'da Roosevelt Room'daki (Oval Office değil) görüşmenin başlangıcını izlemek için içeri alınan 6 Türk gazetecisinden biriydim. İçerdeki 'havayı' ölçebildim. Sıcak bir kabuldü. Tayyip Erdoğan, Bush'un hemen sağında, yanında oturuyordu. Tayyip Erdoğan'ın sağında ise Dışişleri Bakanı Colin Powell vardı. Bush'un soluna ise Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Condaleeza Rice, Paul Wolfowitz ve Robert Pearson dizilmişlerdi. Masanın karşısına da bizimkiler... Bush, mütebessim bir edayla ve Tayyip Erdoğan'ın gözlerinin içine bakarak konuştu ve mealen 'Sayın Başkan (Chairman) ve partisinin seçimlerdeki büyük başarısından çok etkilendiklerini, kendisinin (Tayyip Erdoğan'ın) demokrasi ve özgürlük mücadelesine bağlılığını takdirle karşıladıklarını, iktidara gelir gelmez Avrupa Birliği yolundaki mücadeleyi ilgiyle izlediklerini ve desteklediklerini, Türkiye'nin Amerika'nın stratejik bir ortağı olarak Irak'ta barış doğrultusundaki işbirliğine verdikleri önemi' bildirdi. Kendisini Beyaz Saray'da ağırlamaktan onur duyduğunu ifade etti. Tayyip Erdoğan ise yine mealen 'dost ve müttefik Amerika'ya gelmekten mutlu olduğunu, Sayın Başkan Bush'un değerli vakitlerini ayırmasından daha da mutluluk duyduğunu, AB'nin Türkiye'nin Cumhuriyet'le birlikteki modernleşme projesinin en büyük hedefi olduğunu, müzakere tarihi alınmasının bu doğrultuda büyük bir atılımı ifade edeceğini ve Türkiye'nin demokratikleşmesini konsolide edeceğini, kendisinin (Bush) Türkiye'ye verdiği bu gayretlerden ötürü müteşekkir olduğumuzu ama bu gayretlerin devamını esirgememesini istediğini' söyledi. Son cümleyi gülerek söyledi. Tercümeyi duyunca Bush da güldü. Tarafların arasındaki 'elektrik' iyiydi; 'vücut kimyaları' uyuşuyordu. Gerek Erdoğan'da, gerekse Bush'da adeta doğuştan gelen bir 'politikacı mayası' bulunduğunu sezmek mümkündü. Bush-Erdoğan görüşmesi, esas olarak, Irak üzerinde cereyan etti. Amerika Başkanı, geçen hafta Paul Wolfowitz'in Ankara ziyaretinde Türk hükümetine intikal eden taleplerin yerine getirilmesini istedi. Yani, burada, bu konuda Tayyip Erdoğan'ın desteğini talep etti. Amerikan talepleri öyle kolay 'peki' denilecek boyutlarda değil. En düşündürücü taleplerin arasında '100 bin dolayında Amerikan askeri personelinin Türkiye topraklarında konuşlandırılması' var. Bu amaçla, üsler, limanlar, havaalanları vs. devreye sokulacak. Paul Wolfowitz ile önceki gün konuştuğumda, 'Bu çapta bir kuvvetin Türkiye topraklarında konuşlandırılması halinde, Saddam'a diz çöktürülmesi; dolayısıyla etkili bir caydırıcılığın sağlanması mümkündür' demişti. Ayrıca, bu çaptaki bir kuvvet, bir askeri harekatın gerçekleşmesi halinde, bunu kısa sürede sonuç alır hale getireceği için de önem taşıyor. Bu gibi taleplerle yüzyüze kalan Tayyip Erdoğan'ın kanaati ne? Önce, Kopenhag'a yaklaşırken, kendisiyle yapılan söyleşide sorduğum soruya cevabına göre Tayyip Erdoğan, 'bir askeri harekat ihtimalini, bunun olmamasına daha ağır basar' görüyor. Peki, askeri harekat 'muhtemelen' olacağına göre, Türkiye'nin Amerikan taleplerine tavrı ne olacak? Tayyip Erdoğan, bu konuda Bush'a karşı kendisini bir 'yükümlülük altına sokmamışa' benziyor. Zorlandığı besbelli. Türkiye'nin tavrının ne olduğunu, ne olması gerektiğini anlatmakta zorlanıyor çünkü. Bir yandan, Türkiye'nin 'Müslüman Dünya içindeki itibarını, bu işe hiç karışmayarak koruyabileceği'nden söz ediyor. Diğer yandan, Türkiye'nin Amerika ile birlikte bir Irak operasyonunda rol alabilmesi için, 'Suriye, Mısır, S.Arabistan gibi ülkelerin ne yapacaklarına bir bakmak gerekeceğini, eğer onlar katılırlarsa, o taktirde Türkiye'nin tutumunu gözden geçirebileceğini' söylüyor. Amerikalılar ise, 'Türkiye ile Irak konusunda işbirliği treninin kalktığı ve yol aldığı' kanısındalar. Onlar pek zorlandıkları kanısında değiller. Ama, Tayyip Erdoğan'ın bizlere ve bizim üzerimizden kamuoyuna 'Irak'a karşı Amerika ile işbirliği'ni anlatmakta zorlandığına hiç kuşku yok. Tabii ki, bu 'zorluk' aynı zamanda, Amerikan taleplerine 'hayır' deme zorluğu. 'Hayır' demenin bunun maliyeti de pek muhtemeldir ki, hayli yüksek çıkar. Dünyanın tek süperdevletinin Başkanı'nın, Tayyip Erdoğan gibi parlak bir seçim zaferini arkasına almış da olsa, henüz Başkan, Başbakan vs. gibi sıfatlar taşımayan, bundan bir süre öncesinde hukuki bakımdan handikaplı görünen ve üzerinde 'İslamcı' etiketi bulunan bir şahsiyetin Kopenhag AB Zirvesi arefesinde, Beyaz Saray'da ağırlanması ve Amerikan Yönetimi'nin tam kadrosuyla görüşmesinin sağlanmasının 'anlamı'nı kaçırmak mümkün değil. Türkiye'nin 'iç politika denklemi' açısından da çok özel bir anlam taşıyan ve sonuç getirecek bu 'hüsn-ü kabul'ün bir 'faturası' olduğunu Tayyip Erdoğan'ın sezmemesi de mümkün değil. O nedenle, Amerikan taleplerine Tony Blair gibi yüksek sesle 'evet' denemese de, kısık sesle bile 'hayır' da denemiyor. Bir açmaz hali gözüküyor ve yavaş yavaş Amerika ile birlikte hareket etmenin yolu araştırılıyor sanki. Ne var ki, Bush'un bekleyecek fazla vakti de yok. Bush-Erdoğan görüşmesinden bana sızan bir bilgiye göre, Amerikan Başkanı, Tayyip Erdoğan ya da 'Türk tarafı'ndan birkaç gün içinde 'kesin cevap' beklentisinde. Irak konusundaki 'açmaz' ya da 'belirsizlik', Kıbrıs için de geçerliliğini korumaya devam ediyor. Kofi Annan, 'nihai metni' Tayyip Erdoğan'ın önüne koydu ve hem bunu kabul etmesini, hem de Rauf Denktaş'ın şahsında ayak direyen Kıbrıs Türk tarafına kabul ettirmesini istedi. Tayyip Erdoğan, bunun 'müzakeresi'nden yana. Kıbrıs Türk tarafının masada bulunmasından yana. Bu arada, müzakere sonucunun hemen alınamayacağı kanısıyla, Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs adına AB'ye Kopenhag'da üye alınmasının da geciktirebileceği düşüncesinde. Bunların doğru olup olmadığını ölçmek için, azami 24 saat zaman kaldı. Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül çizgisi, 'Kıbrıs'ta çözüm' ile 'Türkiye'ye 2003'te bir müzakere tarihi verilmesi'ni birbirine bağlayarak 'müzakere-pazarlık' yürüttükleri için, Kıbrıs konusunda da gerekli sıçrama bir türlü yapılamadı. Kıbrıs'a ilişkin ayak sürüyenin Rauf Denktaş, tutumunu netleştirmeyenin Ak Parti iktidarı olduğunu söylemek durumun açıklanması açısından haksızlık olabilir. Türk Dışişleri'nin Denktaş'la paralel pozisyonda, Türkiye'nin AB şansını tehlikeye sokacak müthiş bir direnme ortaya koyduğunu ve tıpkı 1991'de olduğu gibi Kıbrıs sorununu çözüm ümitlerini gömmek için elinden geleni ardına koymadığını da biliyoruz. Herşey birbirinin içine öyle geçmiş, öyle kilitlenmiş durumda ki; Kopenhag Zirvesi'nde son derece 'dramatik' gelişmelerle, ilginç bir sonuç da ortaya çıkabilir. Son dakikaya kadar hiçbirşey yüzde 100 kesin değil. 'Durum' bugün belli olmazsa, yarın geceye kadar mutlaka belli olacak...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |