|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
"Ordunun davalısı gazeteci" Radikal köşeyazarı ve Milliyet Paris muhabiri Mine G. Kırıkkanat. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Org. Kıvrıkoğlu'nu savunacak.
Habere Doğan Grubu'nun iki büyüklerinde rastladık; Radikal, "dava"nın kahramanı olan kişi yazarı olmasına rağmen gelişmeyle (haklı olarak!) ilgilenmemiş. Milliyet gazetesi "Bu dava başka dava" diyor. Hürriyet'in başlığı daha bilgi verici: "Kıvrıkoğlu'nu ordunun davalısı gazeteci savunacak". "Ordunun davalısı gazeteci" Radikal köşeyazarı, Milliyet Paris muhabiri Mine G. Kırıkkanat. İki gazete de birinci sayfalarında aynı fotoğrafı kullanmış. Milliyet'teki fotoğrafta bu her bakımdan "iddialı" gazeteciyi göğüs hizasına kadar, Hürriyet'teki fotoğrafta ise bel hizasına kadar görüyoruz. Milliyet buna ek olarak iç sayfada, muhabirinin bir başka fotoğrafına daha yer vermiş. "Dava"nın hangi dava olduğu anlaşılmıştır sanırız. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Org. Kıvrıkoğlu'nun, fotoğrafını Paris'te bir metro istasyonunun zeminine dünyada basın özgürlüğünü kısıtlayan şahsiyetlerin fotoğrafları arasına yerleştirdiği için Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'ne (RSF) karşı açtığı tazminat davası. Kronik Medya'da söz etmiştik, belki hatırlayanlarınız vardır: Türkiye'de bir süre yayımlandıktan sonra "Orduya hakaret" suçlamasıyla hakkında dava açılan ve bilahare kapanan İdea dergisinin sahip ve genel yayın yönetmeni Erol Özkoray, bu davada Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün safında yer alarak, mahkemeye Türkiye'de ordunun basın özgürlüğüne müdahale ettiğine dair yazılı ifade vermiş ve bu tavrı Kırıkkanat tarafından davayla hiçbir ilgisi olmayan, "tanık"ın tamamen işhayatına ilişkin nedenlere dayanılarak ağır bir biçimde kınanmıştı. Şimdi de Hürriyet ve Milliyet'ten öğreniyoruz ki, Mine G. Kırıkkanat da, Kıvrıkoğlu'nun lehinde ifade verecektir. Kırıkkanat'ın her iki gazetede de yer alan açıklamasından, Milliyet muhabirinin Özkoray ile hesaplaşmasının sona ermediğini de gözlemliyoruz: "Türkiye'de hakkında en çok dava açılan kadın gazeteci olarak, ne RSF, ne de Erol Özkoray'dan alınacak dersimiz yok." Peki, madem ki Milliyet muhabiri Türkiye'nin hakkında en çok dava açılan kadın gazetecisidir (ve bu davaların bir kısmı da Genelkurmay tarafından açılmıştır), o halde bu davada tanıklık etmeyi niçin kabul etmiştir? Sorunun cevabını Kırıkkanat'tan dinleyelim: "Benim de hakkımda Genelkurmay ve emekli generallerin açtığı davalar var. Hepsini kazanacağız. Çünkü Türkiye'de hem demokrasi, hem de basın özgürlüğünü savunan olağanüstü yargıçlar, savcılar ve avukatlar var. Bizzat davalı olduğum Türk ordusu komutanları, başta Org. Kıvrıkoğlu olmak üzere, hiçbir biçimde 'basın düşmanı' olarak sergilenmeyi hak etmemektedir." Bakalım mahkeme heyeti bu ifadeyi nasıl değerlendirecek? Çünkü gördüğünüz gibi biraz tuhaf, daha doğrusu iç tutarlılığı epeyce gevşek bir ifade bu. Şimdi bu ifade üzerine mahkeme heyeti kalkıp da "Ama bir ülkedeki basın özgürlüğünü o ülkede varolduğu ileri sürülen yargıçlar, savcılar, hele de avukatlardan kalkarak tarif edemeyiz ki!" deyiverse ne cevap verilecek? Kırıkkanat'ın gönüllü tanıklığında başka problemler de var. Mesela şu: Bir gazetecinin, yaptığı sınıflamada yanlış yapmış olsa bile basın özgürlüğü için uğraş verdiği muhakkak olan bir gazeteci örgütünün aleyhinde tanıklık yapması uygun mudur? Mesela şu: Bir gazetecinin, ülkesindeki onlarca gazeteci hakkında açılmış olan "Orduya hakaret" davalarını hiç hesaba katmadan bir meslek örgütü aleyhine -bu örgüt değneği biraz fazla bükmüş olsa da- tanıklık yapmak için bu derece gönüllü olması uygun mudur? Sonuç olarak biz, Türk gazeteci Kırıkkanat'ın tanıklığına muttali olan mahkeme heyetinde şöyle bir tespitin yapılacağını kuvvetle sanıyoruz: "Bu Türk gazetecileri de amma tuhafmış! 'Kol kırılır yen içinde kalır' prensibine amma da bağlılarmış!" (K.B.)
NTV'yi izlerken...
10 Aralık Salı günü akşam geç saatlerde NTV'yi izliyoruz. Daha doğrusu AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın ABD Başkanı ile yaptığı görüşme hakkında bilgilenmek için kanallar arasında gezerken tabii ki NTV'ye de uğruyoruz. Karşımızda kanalın genç ama tecrübeli programcısı ve sunucusu Mithat Bereket var. Bereket, bugün, pek çok meslektaşı gibi Washington'da değil de KKTC'de olmayı tercih etmiş. Kofi Annan'ın "Kıbrıs Plânı"nın KKTC'de nasıl karşılandığını açıklıyor. Doğrusu Bereket'i hiç böyle konuşurken görmemiştik; basbayağı, KKTC'de herkesin bu "Plân"a karşı olduğunu söylüyor. Allah Allah, nasıl olur! KKTC'de daha geçen hafta aralarında bazı partilerin de yer aldığı birçok sivil toplum kuruluşu 15 bin kişinin katıldığı söylenen bir "barış" mitingi düzenlememiş miydi? Bütün bu örgütler iki günde, ya da daha doğrusu Rauf Denktaş'ın Ada'ya geri dönmesiyle fikir mi değiştirdi? Bereket izleyicilere aktardığı izlenimleri konusunda ısrarlı da; o gün (10 Aralık) Lefkoşa'da yapılan "Plân'a Hayır" mitingini de uzun uzun anlatıyor... Sadece anlatmak yetmeyeceği için, NTV ekranına bu mitingten alınmış görüntüler de geliyor. Evet gerçekten de görüyoruz, işte karşımızda: Ellerinde KKTC ve Türk Bayrağı taşıyan (ikincilerin sayısı birincilerden çok) bir grup gösterici miting alanında. Görüntüyü alan kamera bir iki milim kadar sağa sola hareket etse de, miting alanını "dolduran" kalabalıkla bizi tanıştırmak için çok da gönüllü davranmıyor! Yani miting alanını "dolduranlar"ın hepsi herhalde bu gördüklerimizden ibaret... Bu besbelli, çünkü söylediğimiz gibi kamera çok "gönülsüz"! Nitekim, 11 Aralık tarihli gazetelere göz attığımızda bunun böyle olduğunu Lefkoşa'da düzenlenen "büyük miting"e dair haberlerin cılızlığından da anlıyoruz. Bakın Cumhuriyet bile (yani o bile!) söz konusu "Barışa evet, plâna hayır" mitingine hepsi hepsi tek sütun ayırmış. Hem de şu türden bilgilerle: "Dev KKTC ve TC bayraklarının yanı sıra, Atatürk, Denktaş ve Kıbrıs Türk'ünün özgürlük mücadelesi lideri Dr. Fazıl Küçük'ün büyük boy posterlerinin yer aldığı miting meydanında 'Kanla aldık müzakere ile vermeyiz', 'Bizde verilecek toprak yok', 'İç içe asla', 'TC-KKTC el ele', 'Tek güvencemiz Anavatan Türkiye' yazılı pankartlar dikkat çekti. Ünlü pop sanatçısı Haluk Levent'in konseriyle renklenen mitinge Ülkü Ocakları'nın büyük destek verdiği, ayrıca tüm üst düzey kamu görevlilerinin ön saflarda yer aldığı gözlendi." Cumhuriyet'in haberini yorumlamaya gerek yok sanırız... Herşey aşağı yukarı ortada.... Bereket'in bize haklattiği miting işte bu miting.... Bereket'in NTV'sini epeyce ilginç bulduğumuzdan programı biraz daha izlemeye karar veriyoruz. Bereket bu kez iki konukla birlikte "Kıbrıs Sorunu"nu tartışıyor. Konuklar, Zaman gazetesi dışpolitika yazarı Hasan Ünal ve AKP Milletvekili Süleyman Gündüz. Hadi bakalım, bakalım konuklar neler anlatacaklar.... Prof. Ünsal, daha ilk cümlelerinden belli oluyor ki, ne Annan Plânı'na ne de Türkiye'nin AB'ye dahil olmak için gösterdiği gayrete hiç mi hiç sıcak bakmıyor. Şimdi uzun uzun aktarmaya gerek yok; Prof. Ünsal'ın, her sözünden, bir önceki TC Hükümeti'nin aklından geçenleri paylaştığı apaçık... Gelişmelerin dümenine Ünsal'ı geçirseniz, ne Kıbrıs'ta ne de Türkiye-AB ilişkilerinde bir milim yol almak mümkün değil... İkinci konuk Süleyman Gündüz de çok önemli açıklamalar yapmıyor; ama en azından, ortada mutlaka çözülmesi gereken önemli bir problem olduğunu haklı olarak sık sık hatırlatıyor. Neyse, Allahtan yağmur boşalıyor da, Bereket'in "dizayn" ettiği, bir zamanların "Kıbrıs Türktür, Türk Kalacaktır!" sloganını hatırlatan bu sohbet yarıda kesiliyor. Bereket, ekran başından ayrılmamamızı, "kısa bir ara"dan sonra tartışmaya devam edeceklerini söylese de, biz "Bu akşamlık bu kadar yeter!" diyerek bu gerçekten bereketli programı yarıda kesip CNBC-e'de pek hoşumuza giden bir diziyi seyretmeye koyuluyoruz... (Tühh biz ne yapmışız; şimdi aklıma geldi, bu kanal da NTV'nin akrabası değil miydi!) (K.B.)
Haber takibi meselesi: Bu artık skandal sayılır...
Kronik Medya'da zaman zaman gazeteciliğimizin temel problemlerinden biri olan "haber takibi" meselesine değiniyor, ilginç örnekleri aktarıyoruz... Bu fasılda en son, "Zaman'dan haber takibi dersleri" başlığı altında, sadece bu gazetenin verdiği bir haberden söz etmiş, böyle bir haberi bile takip etmeyen bir gazeteciliğin kendini ciddi bir eleştiriden geçirmesi gerektiği düşüncemizi dile getirmiştik. Hem meseleyi hatırlamak, hem de "problem"in büyüklüğünü ortaya koyabilmek için o yazıdan kısa bir alıntıyla başlayalım: "Bakın mesele nedir? 'Polisin, YÖK'ü protesto eylemleri sırasında bir öğrenciyi depoya götürerek dövmesi', bütün gazetelerde ve bütün TV kanallarında fotoğraflarla, görüntülerle tespit edilmiş, olay, vatandaşların müdahalesiyle sona ermişti. Yani, bütün gazetelerin ve bütün televizyonların büyük önem verdiği, kamuoyuna mal olmuş bir haberden söz ediyoruz... "İlk günkü haberlerden, olay hakkında Emniyet Genel Müdürlüğü'nde soruşturma açıldığını da öğrenmiştik... Peki bu durumda, soruşturmanın nasıl sonuçlandığını öğrenmek okurun hakkı, gazetecinin de görevi değil midir? "Yapılacak iş çok basit: Gerekli notlar alınacak ve rapor süreci izlenecek, 'nisyan'a terk edilmeyecek. Ve sonuç: Anlıyoruz ki, bu rutin işi sadece bir gazete yerine getirmiş... Zaman, ertesi günkü (29 Kasım) takip haberinde işin tadını çıkarıyor haklı olarak: '(...) Dün 'Öğrenciyi döven değil, serbest bırakan polis suçlu bulundu' başlığıyla manşetten duyurduğumuz rapor birçok televizyon kanalı tarafından flaş haber olarak duyuruldu...' "Devamını da biz getirelim: 29 Kasım tarihli gazeteler de, raporu Zaman'dan bir gün sonra geniş haberlerle duyurdular okurlarına..." Peki, sonra ne oldu? Müfettişler, "öğrenciyi döven değil, serbest bırakan polisi suçlu buldu" ve mesele kapandı mı? Tabii ki hayır. Yargı aşamasından önce, nihai "idari" kararı verecek olan kurul, "Ankara Valiliği İl İdare Kurulu"ydu ve o kurul, müfettişlerin tam tersi bir karar verdi. Bu haber, 9 Aralık tarihli Radikal ve Zaman gazeteleri ile, onlardan bir gün sonra Milliyet'te yer aldı. Radikal'den okuyalım: "Ankara Valiliği İl İdare Kurulu'ndan, YÖK'ü protesto gösterisinde öğrenci Veli Kaya'yı bir depoya sokarak döven polisleri suçsuz ve Kaya'yı kurtaran polis şefini suçlu bulan müfettiş raporunun aksine bir karar çıktı. Kaya'yı dayaktan kurtaran Çevik kuvvet Şube Müdürü Mehmet Yüksel'le ilgili lüzum-u muhakeme istemini reddeden kurul, müfettişlerin 'Yargılanmasın' dediği dayakçı polislere yargı yolunu açtı. Kurul, iki polis için verdiği lüzum-u muhakeme kararıyla birlikte dosyayı savcılığa gönderdi.." Söyleyin, okurlarına ilk dayak olayını ayrıntılarıyla duyuran, fakat açılan soruşturmayı izlemeyip okurlarını haklı meraklarıyla başbaşa bırakan büyük basının bu yaptığı iş mi şimdi? Şu anda durum şöyle: Bazı gazetelerin okurları, "depoda dayağı" izledikten sonra, bir daha konuya ilişkin hiçbir haber alamadı... Bazı gazetelerin okurları da, "skandal" niteliğindeki müfettiş raporuyla "doldurulmuş" olarak duruyor; İdare'nin nihai kararının dayakçı polisleri yargıya göndermek olduğunu bilmiyorlar. Bu da bizim meslek adına bir tür "skandal" sayılmak gerekmez mi? (A.G.)
Lütfen 'işte o günlük!' haberleri yapmayın…
11 Aralık tarihli gazetelerdeki o haberi okuduğumuz andan beri yüreğimiz ağzımızda bekliyoruz… Milliyet'in "Günlükten 'tecavüz' çıktı", Hürriyet'in "Günlükteki tecavüzcü yakalandı" başlığıyla verdiği, hemen bütün gazetelerde yer alan haberden söz ediyoruz… Ayrıntısı, aşağıdaki gibi olan haberden: "Konya'nın Akşehir İlçesi'nde 16 yaşındaki lise 1'inci sınıf öğrencisi E.B. ile 1.5 yıldır cinsel ilişkiye girdikleri belirlenen 18 kişiden 13'ü yakalandı... İlçede tepkiyle karşılanan olay, bu yıl okulu bırakan E.B.'nin babası 43 yaşındaki A.B.'nin, kızının günlüğünü okumasıyla ortaya çıktı. Bayramın ikinci günü karakola başvuran A.B., kızına tecavüz edildiğini ileri sürdü. E.B., günlüğünde isimlerini yazdığı kişilerin bazılarının kendisine tecavüz ettiğini, bazılarıyla da kendisinin isteyerek cinsel ilişkiye girdiğini söyledi..." Bu haberin üzerimizde neden size yansıtma ihtiyacı duyacak kadar gerilim yarattığını anlatmadan önce, iki yıl önce yaşadığımız medyadik bir vakıadan haberdar kılalım sizi: Homoseksüel ilişkileri olan bir banka müdürüne ilişkindi haber... Müdür, ilişki kurduğu birilerinin "ya bize yüklüce bir miktar para verirsin, ya da görüntülerini basına dağıtırız" şantajı karşısında doğruca polise gitmiş, şantajcıların yakalanmasını sağlamıştı... Sonra ne oldu biliyor musunuz, polisin el koyduğu "şantaj kasetleri" bir gazetede yayımlanıverdi, yani yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu banka müdürü... Hikâyenin bundan sonrası, görev alanımız açısından çok daha ibret verici... Görüntüleri alan "haberci"nin dışında kalan "haberciler", polise baskı yapmış, gazeteciler arasında "haksız rekabete" yol açmakla suçlanmış ve polis çaresiz, görüntüleri onlara da vermek zorunda kalmıştı... Artık anlamışsınızdır korkumuzu... Evet, eminiz, şu anda birtakım "haberci"ler "işte o günlük"ün peşindedir... "Halkın haber alma hakkı" söz konusu oldu mu, bazı meslektaşlarımızın (özellikle de televizyondaki bazı meslektaşlarımızın) ne kadar dirençli olduğu hepimizin malumu... Bu direnç karşısında, "günlük"ü elinde bulunduran jandarma karakolunun direnebileceğini hiç sanmıyoruz... İnşaallah yanılıyoruzdur... Bizce, bu "haber koşusu"nda ipi göğüslemeye en yakın aday Reha Muhtar'dır... Gazeteler arasında adayımız da, Kaya Çilingiroğlu'nun tecavüzüne uğradığını iddia eden "Q kızı"yla röportajı Reha Muhtar'dan aktararak "her şeyi" anlatan; en son "Ümraniye sapığı"nın polisteki ayrıntılı ifadesini "tam metin" yayımlayan Star'dır... Bakalım tahminlerimiz doğru çıkacak mı? (A, G.)
Bir manşet ancak bu kadar karıştırılabilir
Milliyet'in 11 Aralık tarihli manşet haberi Yasemin Çongar imzasını taşıyor: "İşte iktidar böyle bir şey..." Haberin spotlarını okuyoruz, sonra gönderildiğimiz 18. sayfadaki haberi de okuyoruz, fakat "İşte iktidar(ın) böyle bir şey" olduğunu gösteren hiçbir şeye rastlayamıyoruz... Çongar, bildiğimiz dış haber muhabiri diliyle, Tayyip Erdoğan ve Bush arasındaki görüşmeleri anlatıyor: Irak ve Kıbrıs meselelerinin öne çıktığını, Bush yönetiminin, Erdoğan'dan Kıbrıs'ta hızlı çözüm için öncü rol oynamasını istediğini, falan... Bildiğiniz şeyler... Fakat, manşetteki lafa ilişkin hiçbir şey yok... Sonra gözümüz, 19. sayfadaki "Erdoğan 'film yıldızı' gibi" başlığına ve hemen onun altındaki, kırmızı daire içine alınmış "iktidarın gücü" lafına takılıyor... Haberin ilk cümlesi de şöyle: "Bir ay önce Dünya Ekonomik Forumu için gittiği ABD'de, çevirmen bulunmadığı için konuşma bile yapamayan AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın Bush yönetimince en üst düzey liderlere verilen önemde kabul görmesi, uluslararası haber ajanslarının ilginç yorumlarına neden oldu..." Buradan ve haberin devamından anlaşılıyor ki, manşetteki "İşte iktidar böyle bir şey" lafı bu haberden türetilmiş... Fakat altında, dediğimiz gibi Yasemin Çongar'ın haberi... Ne diyelim, olmuş ama çok tuhaf olmuş. (A.G.)
Tadımlık Akşam'dan Çoşkun Kırca'nın "Tarih verilse de verilmese de?! (I)" (galiba 9 Aralık tarihli!) başlıklı yazısından: "Görüşme tarihi alalım derken, kendi başına doğru tedbirler dışında, halkımızın uygarlık seviyesinin yükselmesine en ufak bir katkısı olamayacak yerel ağızların radyo ve televizyonda yayınına ve öğretilmesine müsaade ederek milli birliğimiz açısından önemli bir riziko aldık ve –ülkemizi ne ölçüde tanıdığı meçhul olan- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini iç hukukumuzun yargısal üst kurumlarından biri haline getirdik...." Yorumu: "Yorum yok!"
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |