T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
Aznavour'u 'o mektup'tan
uzak tutmalıyız!

Yazının hemen yanında yer alan "künye"de adının gazetenin, genel yayın yönetmeni Ergun Babahan'dan sonra gelen ikinci büyük ismi olduğunu görmesek belki de güler geçer, söz konusu bile etmezdik... Sabah gazetesi "Yazı İşleri Müdürü" Balçiçek Pamir'in geçtiğimiz haftasonu "Cumartesi Sabah"ta yer alan "Aşk, ihtiras, heyecan ve büyük bir kaçış" başlıklı yazısı, hiç şüphe yok ki, son yıllarda önümüze sürülen en "keyifli" yazılardan bir tanesi.

Bu eğlenceli yazıda ne arasınız var; aşk, ihtiras, heyecan, büyük bir kaçış ve inanılması gerçekten zor bir cehalet! Özellikle son özellik o derece ön plâna çıkmış ki, yazıya göz atma şansını yakalamış okurun "Yok canım, bu olsa olsa tatsız bir şaka!" dememesi mümkün değil... Bu "haftasonu şakası"nda bir şey değil, herşey birbirine karışmış!

Şarkılar, şarkıcılar, soykırımlar, filmler, kimlikler, cemaatler, mektuplar, sorular, cevaplar, olaylar, olgular, tarih ..... Herşey, ama herşey, bugüne kadar temsil ettiği bütün anlam ve değerlerini yitirip, Balçiçek Pamir'in kalemiyle bir çömlekçi hamuruna dönüşmüş... Görüyorsunuz, hikayeye bir türlü başlayamıyoruz, çünkü gerçekten ama gerçekten- neresinden başlayacağımıza karar veremiyoruz! Hadi bir deneyelim bakalım:

Efendim, Sabah gazetesi yazı işleri müdürü ve yazarı Balçiçek Pamir, yıllar önce İstanbul'un seçkin okullarından Notre Dame de Sion'da okurken, "içini sıkan bir sorun" olarak "Musevi" kelimesiyle tanışıyor. Kahramanımız o güne kadar bu kelimeye hiç dikkat etmemiştir, çünkü okulda arkadaşlarının birçoğu Musevi'dir. Hatta, din derslerinden "Ben de Museviyim!" diyerek kırdığı için "Musevilik" Pamir açısından yararlı bir "kimlik" olarak da algılanmaktadır. Pamir o güne kadar sadece etrafındaki arkadaşlarının değil, çok sevdiği bir şarkıcının kimliğiyle de ilgilenmemiştir. Ve nihayet, Pamir'i uykusundan uyandıran o olay gelip çatmıştır: "O güne kadar Musevi olduğunu hiç fark etmediğim ya da dinini önemsemediğim biri daha vardı hayatımda; Charles Aznavour. 7-8 yaşımdan itibaren şarkılarını duymaya alıştığım, bütün parcalarını ezbere bildiğim ve hala keyifle dinlediğim bu şarkıcı, Türkiye aleyhine bir açıklama yaptığında işte aynen böyle bir ruh hali içindeydim."(!) Evet evet, doğru okuyorsunuz; hikayenin bundan sonrasında Charles Aznavour artık bir "Musevi şarkıcı" olarak yer alacaktır! Pamir'i okumaya devam edelim: "Hayal meyal hatırlıyorum ne kadar sinirlendiğimi. Bu adam nasıl olur da Museviler ve Türkler arasında böylesine soğukluk yaratmaya cüret edebilirdi? Ne hakla? Çok yakın bir Musevi kız arkadaşımla söz vermiştik: 'bir daha Aznavour dinlemeyeceğiz!' Bir süre gerçekten de Aznavour dinlemedik. Benim sinirim geçmemişti."(!)

Hikayenin burada sona erdiğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz; Balçiçek Pamir şimdi de, bir mektupla duygularını Aznavour'a iletecektir. Nitekim mektup yazılıp, Fransız Büyükelçiliği kanalıyla şarkıcıya gönderilirse de bir cevap alınamaz. Pamir, yılmadan şarkıcının çalıştığı müzik firmasına ikinci bir mektup yollar. Sonuç bu kez olumludur: firmadan gelen cevapta "Mektubunuz Charles Aznavour'a ulaştırılmıştır, kendisi mutlaka cevap yazacaktır" denmektedir. Ama nerde... Pamir, "Yaklaşık 15 yıl geçti ben hala cevap bekliyorum" diyor.

İsterseniz burada bir ara verip, Aznavour'un Pamir'in mektubunu üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen niçin cevapsız bıraktığını anlamaya çalışalım: Bize sorarsınız, Aznavour'un söz konusu mektubu bu kadar zamandır cevapsız bırakması çok anlaşılır bir tavırdır. Hatta şunu da söyleyebiliriz: Aznavour'un Pamir'in mektubundan sonra girdiği "kimlik krizi" sonucunda bırakın mektuba cevap yetiştirmesini, hayatını bugüne kadar devam ettirebilmesi bile büyük bir mucizedir! Bizim tahminimize göre, Pamir'in mektubu eline geçer geçmez Aznavour'un ilk tepkisi ve bunu takiben içine düştüğü ruh hali aşağı yukarı şöyledir: "Türkler sonunda bunu da yaptılar! Ermeni kimliğimle giriştiğim eylemleri karalamak için beni şimdi de Musevi yaptılar!"

Peki Balçiçek Pamir Notre Dame de Sion'dan sonra geçen bunca yıl ve geçirilen bunca tecrübeden sonra Aznavour'un "Musevi"liğinde hâlâ ısrarlı mı? Ona ne şüphe; Pamir zaten bu hikayeyi sözü "Notre Dame de Sion'da da amma genel kültür ediniyormuşuz!" gibi bir kıssadan hisseye varmak için anlatmıyor ki... O, dün olduğu gibi bugün de, Aznavour'u illâki "Musevi" yapmaya kararlı mı kararlı! Eğer içinizden "Ama nasıl olur, ünlü şarkıcı daha geçen yıl Atom Egoyan'ın Ararat adlı filminde rol aldı diye hakkında o kadar laf edilmedi mi? Yazışleri müdürü bizimle dalga mı geçiyor?" diye isyan ediyorsanız haklısınız, çünkü bakın Pamir'in yeni "procesi" nasıl: "Bugünlerde Charles Aznavour'a bir mektup daha yazmayı düşünüyorum. Diyeceğim ki, ben hala şarkılarınızı dinliyorum, siz gelin vazgeçin şu 'Ararat' filminden, benim elimde daha iyi bir senaryo var: Nefes Nefese (Ayşe Kulin'in son romanı) siz bile hayran kalacaksınız. Ayrıca tarihin her dönemine ışık tutmak lazım değil mi? Bu arada bizim arkadaşlar, hani Musevi genç ile Müslüman kız evlendiler bile, hani belki duymak istersiniz diye."(!)

Şimdi sanırım hepimize bir görev düşüyor: Nasıl yaparız bilmiyoruz ama Balçiçek Pamir'in Aznavour'a göndermeyi düşündüğü bu ikinci mektubu yok etmenin bir yolunu mutlaka bulmamız lazım. Çünkü artık bayağı yaşlanan bu büyük şarkıcının aklı ve kalbi bu ikinci mektubu kaldıramaz; oracakta düşüp kalabilir! Aznavour'a bu büyük kötülüğün yapılmasını el birliğiyle önlemeye çalışalım... Bu arada Sabah gazetesi yazı işleri müdüründen de rica ediyoruz: Balçiçek Hanım, Aznavour'un sinirleri ve kalbiyle bu derece vahşi bir biçimde uğraşmaya lütfen bir son verin; bu değerli sanatçının bir "Ermeni" olarak ölmesine izin verin; büyüklük sizde kalsın, o da "Musevi" olmayıversin canım, o kadar önemli mi?

İşte böyle... Aranızda hatırlayanlar mutlaka vardır, Aznavour'un "Beni o harikalar ülkesine götürün" adlı o muhteşem şarkısını hatırlayanlar mutlaka vardır... Ne dersiniz, Aznavour'un söz ettiği "harikalar ülkesi" Türkiye olmasın! (K.B.)

Hürriyet'in 'Nataşa' imalı ölüm haberi meğer neymiş!

  • 16 Aralık tarihli Hürriyet'in "Okur Temsilcisi'ne Mektuplar" köşesinde yer alan "Uyarı levhası yoktu" başlıklı eleştiri… İmza yerinde "Eşi: F. Tülin Yılmaz, oğlu: Olgun Yılmaz, kızı: Selin Yılmaz" yazıyor… Yılmaz ailesi, Hürriyet'te (6 Ekim) yer alan bir haberin kendilerini nasıl yaraladığını anlatıyor:

    "GAZETENİZDE 6 Ekim tarihinde yayımlanan 'Ters Yolda Dehşet Saçtı' başlıklı haber bizi derinden yaraladı. Haberde, ölümü nedeniyle çok acı çektiğimiz, toplumda sevilip saygı gören babamızın silahlı olduğu belirtiliyor, 10 gün rapor alarak yanındaki Rus bayanla sanki birlikte seyahate çıkıyormuş imajı yaratılıyordu. Oysa müteveffa o sabah evinden çıkıp Taksim'de Gönen Otel'den aldığı misafirimizi havaalanına götürürken bu kaza vuku bulmuştur. Kazanın vuku bulduğu tarihte raporlu değil, görevinin başındaydı. Yanında silah da yoktu. Ayrıca haberde, tercihli yolun o saatte bariyerlerle kapatılmış olması gerektiği halde, ihmal sonucu açık olduğu ve uyarı levhasının bulunmadığı da yer almıyordu. Böyle bir kazanın herkesin başına gelebileceğini yazmanızı beklerdik."

    Doğrusu, bu kadar yanlış bilgi kısacık bir haberde bir araya nasıl gelmiş, gerçekten gelmiş mi, yoksa acılı aile durumu biraz abartıyor mu diye düşünmedik değil. Neticede, açıp 6 Ekim tarihli haberi okuduk. Haberin, Yılmaz ailesinin eleştirilerine yol açan bölümleri aynen şöyle:

    "Sahil Yolu'nun Yenikapı mevkiinde sabah saatlerinde, Mercedes otomobili ile transit yola ters yönden giren Sarıyer Belediyesi İmar Müdürü Murat Yılmaz dehşet saçtı. Yılmaz'ın kullandığı Mercedes'in Ahmet Özdemir'in kullandığı Mazda minibüsle çarpışması sonucu, Murat Yılmaz ile yanında bulunan 23 yaşındaki Rusya uyruklu Marina Stepanova feci şekilde can verdi... Polis ekipleri Mercedes üzerinde yaptıkları incelemede, otomobilin torpidosunda 1 adet ruhsatlı tabanca buldu. Yılmaz'ın üzerinden ayrıca Trabzonspor'a ait bir de üyelik kartı çıktı. Mercedes'in bagajında Stepanova'ya ait bavul ile çanta bulundu. Atatürk Havalimanı'na gitmek için yola çıktıkları sanılan Yılmaz ile Stehanova arasındaki ilişki araştırılırken Murat Yılmaz'ın 10 günlük raporlu olduğu bildirildi."

    Görüyorsunuz, eleştirilerde hiçbir abartma yok. Soracaksınız: Peki Hürriyet muhabirleri "tabanca"yı, "rapor"u falan nereden çıkarmış? Bilmiyoruz. Ama Tülin, Olgun ve Selin YILMAZ'ın, iki ayı aşkın bir süre bekledikten sonra, okur temsilcisinden bu yönde biraz daha bilgi almak istediğinden hiç kuşkumuz yok. Belki bir özüre de "hayır" demezlerdi... (A.G.)

    Kim kime ne 'sunmuş'?

    Kronik Medya'da geçen gün söz konusu olmuştu; hani Hürriyet'in yemeyip içmeyip, atv'nin pek tutulan dizisi "Çocuklar Duymasın"ın baş kahramanı Tamer Karadağlı'nın ( "taşfırın erkeği") düğün arefesinde "eski sevgilisi" ile başbaşa verip ağlaşarak geçirdikleri iddia edilen geceyi okurlarına yetiştirmesi hikayesi... Çok geçmeden Sabah'ın yayınıyla Hürriyet'in hikayesinin hepten "bidon" ve bu "yayın politikası"nın arkasında yatan asıl nedenin (çok anlamsız, çok "çocukça" olmasına rağmen) iki grup arasında süren "medya savaşı" olduğu da anlaşılmıştı.

    Hürriyet'ten (16 Aralık) Fatih Altaylı bu tatsız hikayeyi bir kez daha şöyle gözden geçiriyor:

    "Hürriyet Gazetesi'nde Tamer 'Haluk' Karadağlı ile ilgili haberler beni rahatsız edince Selim Akçin'le konuştum. Hürriyet'in magazin müdürü... Rahatsız olmuştum, çünkü Karadağlı'nın başrolünü oynadığı dizi müthiş tutmuştu. (...) Ve bu haber bana bu başarıyı 'karalamak için mi yapılıyor' sorusunu sordurmuştu. (...) Selim bu haberi yakalar yakalamaz Ertuğrul Özkök'e sunmuş. Özkök'ün ilk tepkisi benimkine benziyor. 'Selim bu haber yanlış olabilir. Emin misin?' diye sormuş. Selim emin olduğunu, haberin çok sağlam olduğunu ve arkasında hiçbir art niyet bulunmadığını söyleyince haber kullanıymış. Selim bunları anlatınca şunu sordum: 'Selim, Tamer Karadağlı Kanal D'de çalışsaydı da bu haberi yapar mıydın?..."

    Yazının arkasını getirmedik, çünkü "Selim"in "Ooo o nasıl söz abi! Yapmaz olur muyum, en mühimi tarafsız habercilik değil mi?" mealindeki cevabının herkesin malûmu olduğu muhakkak!

    Şimdi de Altaylı'nın yazısından hareketle, bir soru formüle etmeye çalışalım. Üstelik sorumuz hikayenin hiç mi hiç inandırıcı olmayan yönüyle ilgili olmasın:

    Altaylı, "Selim bu haberi yakalar yakalamaz Ertuğrul Özkök'e sunmuş" diyor. Sizce de bu cümlede "sakat" bir fiil yok mu? "Sunmak"? Bu hikayede bu fiilin ne işi var? Gazetelerde gazetecilerin –hem de "müdür" konumundakilerin- genel yayın yönetmenlerine "haber sunması" normal bir davranış mıdır? Gazeteler (sanki içinde üniformayla dolaşılan bir kurum gibi) bu tarz bir hiyerarşinin geçerli olduğu kuruluşlar mıdır? Altaylı'nın kaleminden "öylece" dökülen bu cümle aslında pek çok şey anlatıyor. Bu cümleden de anlaşılıyor ki, gazetelerimizin genel yayın yönetmenleri artık, meslektaşlarının elindeki haberlerin kendilerine ancak "sunulabildiği" bir konuma yerleşmişlerdir. Yani bir bakıma her biri artık birer "Genel Müdür" filandır! Ne kadar acı bir tablo; siz söyleyin, bu derece hiyerarşik bir yapı kazanmış gazetelerden aklı başında haber ve yorumlar çıkması mümkün mü? Gazetecilik de tıpkı siyaset gibi ancak "yoldaşlar"la yürütülebilecek bir faaliyet değil midir? "Genel Yayın Yönetmenleri", zaten epeydir gazetecilere kapalı asansörlerle çıkılan katlarda çalışmaları ve yiyip içmeleri yetmezmiş gibi, demek artık haberleri de "tepsi içinde sunulan" biçimde kabul ediyorlar.... (K.B.)

    Milliyet'teki okur mektuplarını Sabah ve Hürriyet'tekilerle kıyaslarsak...

    Hürriyet'teki "Okur Temsilcisine Mektuplar" ve Sabah'taki "Posta Kutusu" ile Milliyet'teki "Okur Temsilcisi" sayfalarında yer verilen okur eleştirileri arasında, Milliyet okurları lehine büyük bir fark var.

    Haftalardır "alıcı" gözle takip ediyoruz ve her hafta bu kanımız daha da güçleniyor. Milliyet okurları zaman zaman öyle eleştiriler yazıyorlar ki gazetelerine, okur temsilcisi bunların bir bölümünü cevaplamakta hayli zorlanıyor. Siyasi duyarlılık ve haberde tutarlılık talebi açısından Milliyet'teki okur mektuplarıyla Hürriyet ve Sabah'takileri kıyaslamak bile mümkün değil.

    Mesela 16 Aralık tarihli "Okur Temsilcisi" köşesinde, Milliyet okurlarının, gazetelerinin "Tehlikeli Tasarruf" manşetini (içerde "İntikam Tasarrufu") topa tuttuklarını görüyoruz. Mesela Kübra Uçar, hükümetin, "lojman tasarrufu" kararını emekli cumhuriyet savcılarını da kapsayacak biçimde geniş tutmasını bu şekilde manşetleştiren gazetesini şöyle eleştiriyor:

    "Bugüne dek, lojman uygulamasına karşı gazetemde bir yığın yazı okudum. Bazı kamu görevlilerine emekli olduklarında lojman tahsis edilmesine, bunların ısınma, elektrik, su, gaz, temizlik, telefon, kapıcı, aşçı, kaloriferci, bahçıvan ve tamirat gibi giderlerinin de devletçe karşılandığını doğrusu bilmiyordum. Manşetinizden ve yazı içeriğinden bu uygulamayı onayladığınızı, kaldırılmasına muhalefet ettiğinizi tahrik edici bir biçimde verdiğinizi düşünüyorum. Üzüldüm."

    Bir başka okurun tepkisi: "Bu işin tehlikeli olup olmadığını bilmiyorum, ama 'intikam' görüşünü kimden ilham alarak başlığa koyduğunuzu doğrusu haberden anlayabilmiş değilim."

    İsmet Altınbol da şöyle yazmış: "Devlette aşırı harcamalar yüzünden batağa gidildiğini en çok yazan ve temiz toplum isteyenlerin başında gazetemizin yazarları geliyor. Kamuda giderlerin azaltılması gerektiğini artık herkes bilirken, siz hükümet kararının gerekçesi ile ilgili bir hükümet yetkilisinin veya makamının resmi görüşlerini de almalıydınız."

    Milliyet okurları ne kadar politikse, Hürriyet okurları o kadar apolitik görünüyor (yani mektuplara bakarsak, sonuç böyle tecelli ediyor). Mesela 16 Aralık tarihli "Okur Temsilcisi'ne Mektuplar"da Hürriyet okurlarından Eftal Yüce "TV ekranı kadar alanın vergisi 22 milyar lira" başlıklı haberdeki matematik hatasına; Gürsel Tuna "gazetenin Cuma ekinin güzelliğine; Emir Hacıoğlu "Şubat ayında Türkiye'de konser vermeye hazırlanan Red Hot Chili Peppers grubunun solisti hakkındaki ağır ve nedensiz eleştiri"ye; Ulusal AIDS Savaşım Sempozyumu Düzenleme Kurulu adına 2. başkan Prof. Dr. Dilek Arman, "Tarkan'ın, kendi düzenledikleri konsere 'yanlış anlaşılacağı' için katılmadığı haberinin doğru olmadığına"; Yeşilköy sahilinde hizmet veren bir balık lokantasının sahibi olan Gülistan Ersoy, "En iyi balık lokantaları arasında kendilerinin sayılmamasına" dikkat çekerek gazetelerini eleştirmişler…

    Sabah okurlarının gazetelerine eleştirileri de Hürriyet okurlarınınkine benzer nitelikte…

    Dikkat ederseniz, baştan beri "okurlar"dan değil, "okur mektupları"ndan söz ediyoruz…Bunun altında, Hürriyet ve Sabah okurları hakkında yanlış bir izlenime yol açmama arzumuz yatıyor. Öyle ya, belki onlar da gazetelerini bombardımana tutuyor fakat "temsilci"lerin tercihi onları yayımlamama yönünde oluyordur, bilemiyoruz…

    Doğrusunu isterseniz, biz Milliyet okurlarıyla Hürriyet ve Sabah okurları arasında, yayımlanan mektuplara yansıyan ölçüde bir fark olduğuna pek inanamıyoruz… (A.G.)

    'Tıpatıp aynı' (!)

    Selahattin Duman'ın yazısı kaç gündür sıra bekliyor; 10 Aralık tarihli bu güzel yazı polisin "Ümraniye sapığı"nı ele geçirdiği günlerde yayımlanmıştı. Duman, her zamanki gibi yine 7000 vuruştan az olmayan yazısıyla anlatmak istediklerini, yazının başına yerleştirdiği şu spotla açıklıyordu:

    "O robot resme bakıp canavarı yakalamak sayısaldan altıyı tutturmak gibi bir şey... Neden derseniz bizim spor servisinin yarısı bu eşkale uyuyor.. Ümraniye taraflarına yolları düşse polisin elinden kurtulamazlardı..."

    Başlığın hemen altında da biri "çizim", diğeri fotoğraf iki erkek portresi.... Solda yakalanan "Ümraniye sapığı", sağda "Ümraniye sapığı"nın "robot resmi".

    Selahattin Duman bu gerçekten gülünesi durumun tadını iyi çıkarmış... Artık aklınıza ne gelirse...

    Ancak bu eğlenceli yazıdan polislerle birlikte gazetecilerin de çıkaracağı bir ders var. Duman'ın da belirttiği gibi, asıllarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan bu "robot resimleri" kim çiziyor dersiniz acaba? Biz de "Ümraniye sapığı" örneğinden hareketle söyleyecek olursak, gerçekten de, o "robot resim"le karşımıza çıkarılan "eşkal"e sadece "spor servisinin yarısı"nın değil, az biraz gayretle İstanbul'daki erkek nüfusun yarısının uyduğunu söyleyebilmek pekâla mümkün! İşin ilginç yanı, Duman'ın makaraya sardığı "robot resim" hikayesinin gazetesi Vatan tarafından hiç de benzer biçimde algılanmadığı. İşte size 9 Aralık tarihli Vatan'da yer alan ve üzerine "Robot resmi tıpatıp uydu" notunun yerleştirildiği fotoğraf! Resim altında şu satırlar yar alıyor:

    "Tecavüze uğrayan kız çocuklarının anlattıkları doğrultusunda polis ressamı tarafından çizilen robot resim ile sanık neredeyse tıpatıp aynı. Robot resimde şüphelinin yüzünde lekeler olduğu dahi belirtilmişti."(!) Görüyorsunuz, "benziyor" filan da değil; "tıpatıp aynı"!

    Eh doğrusu; Vatan etrafında diğer olup bitenler arasında da benzer benzerlikler kuruyorsa, Vatan okurlarının vay haline! (K.B.)


  • 17 Aralık 2002
    Salı
     
    YÖNETENLER: Kürşat Bumin
    Alper Görmüş


    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED