|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bir okuyucu, "Türkçe ve sade bir dil kullanımı isteğini cehalet ve bilgisizlikte israr olarak tanımladığınızı düşünmek istemiyorum." demiş. Çok haklı! (Taha Akyol da bu okuyucumuz gibi "israr" diyor, oysa "ısrar" demek gerekir.) Türkçe konuşup yazmayı "cehalet", sade bir dili yeğlemeyi "bilgisizlikte ısrar" sayabilir miyim? Saymam, sayamam. Cehalet, bir durumdur ve öğrenmekle, bilgilenmekle insan bu durumdan kurtulabilir. Ama öğrenmeyi, bilgilenmeyi gereksiz görmek, reddetmek, hele bilgisizliği bir erdem gibi sunmaya çalışmak, insanın en temel niteliklerini dumura uğratan bir hastalık olmalı. Aynı okuyucu, "Yaşım otuz dokuz ve Osmanlıca kelimeleri az çok anlıyorum. (Bazen sözlük kullanmak zorunda kalarak.) İlgi alanım dolayısıyla okuduğum eserler de Osmanlıca kelimeler içeriyor. Yani bol bol Arapça ve Farsça kelime ile haşır neşirim." diye devam ediyor. Bu cümlelerde, parantez içindeki "Bazen sözlük kullanmak zorunda kalarak" ifadesi, konumuzla doğrudan ilgili. İnsan, bilmediği sözcüklerin anlamını ya bir bilene sorarak ya da sözlüğe bakarak öğrenir. İsmet Özel, Çıdam Yayınları'nı kuruncaya kadar, ben "çıdam"ın Türkçede "sabır" anlamına gelen bir kelime olduğunu bilmezdim. Sözlüğe bakmak ve öğrenmek benim için bir yük, bir zahmet değil, zevkli bir kazanç olmuştur. Sözlüğe bakmayı "zorunda kalmak" yerine "kolayca yapmak" isteyeceğimiz bir iş sayabiliriz, saymalıyız. Okuyucu mektubu, şöyle sürüyor: "Ancak 19 yaşındaki çocuğum bu dilden kelimelerin olduğu bir yazıyı okumakta zorlandığı gibi öğrenmeyi de reddediyor. Beni de sık sık uyarıyor ve "Anne lütfen Halit Ziya ve Reşat Nuri'nin roman kahramanları gibi konuşup yazmaktan vazgeç... Devir değişti ve ayak uyduramıyorsun" diyor." Oldukça ilginç bir durum. Benim gözlemlerim, tam aksini gösteriyor. Gençler, bilmedikleri, anlamadıkları sözcüklerle konuşulduğunda, daha bir dikkat ve ilgiyle izliyorlar; anlamaya, hattâ kendileri de o eski kelimeleri -iyice özümsemeden- kullanmaya özeniyorlar. Okulların açılmasına yakın, oğlumun hazırladığı bir konuşmada "alenî" veya "alenen" kelimesini görüp gülümsemiş, onu "açıkça" yapmasını önermiştim. Günümüz koşullarında İngilizce bilmeyi ve öğrenmeyi "maalesef" diyerek de olsa, gerekli gören sevgili okurumun çocuğunun "öğrenmeyi reddediyor" olması, üzerinde durulması gereken asıl sorundur. Bilme, öğrenme, araştırma hevesini yok etmeyi bu toplumda kimler, nasıl başarabiliyorlar? Belki de en çok bunun üzerinde durmalıyız. Bu arada Osmanlıca diye ayrı bir dilin bulunmadığını, Halit Ziya, Reşat Nuri gibi yazarların Türkçe yazdıklarını da hatırlayalım. Bu ülkede, "Cumhuriyet"i Osmanlıca sayıp "Cumhurluk" diye Türkçeleştirmiş şairlerin neden -ve şimdiden- tarihe karıştığını da düşünelim isterseniz. Bence "kelime takdîsi"ni ya da "sözcük kutsaması"nı bir yana bırakıp öze, bilgiye, gerçeğe yönelmeliyiz. Bir emekli oramiral, Vedii Bilget, "Türkiye Cumhuriyeti ve ABD-1" başlıklı yazısında, ABD'nin Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı düşmanca tutumunu örneklendirmek için şunu da yazabilmiş: "... hilafetin kaldırılışı tüm Avrupa'da olumlu yankılar yaparken ABD'de "Hilafet fonksiyon olarak lağvedilmemiştir. Fonksiyonu hükümete ve devlete devrediliyor" gürültüleri koptu. Buna da kanıt olarak Tunalı Hilmi'nin mecliste yaptığı konuşma gösterildi." (Cumhuriyet, 27.10.2002) Emekli oramiralin "gürültü" diye küçümsemeye çalıştığı şey, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 431 sayılı kanunun birinci maddesinin tercümesinden ibaret değil midir? Yoksa, bu ülkede kanunların lâfızlarından çok ruhları önemlidir de, onları herkes kolayca bilemez mi? Yoksa, burada -Vedii Bilget'in yazısında- olup biten şey, sadece "bilgi kirletme" işlemi mi? İnancınız, görüşünüz, tercihiniz ne olursa olsun, onları savunmak için "bilgi kirletme"ye tevessül etmeyiniz. Bu, kim tarafından, hangi yüksek amaçlar uğruna yapılırsa yapılsın, çok çirkin bir davranıştır. Ne yazık ki, uzak yakın, tarihimizde böylesi çirkinliklere sıkça rastlanmaktadır.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |