|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dün belirttik: 3 Kasım seçim kampanyası bir yönüyle yasakların, geleceği siyaset dışına itme çaba ve tartışmalarının gölgesinde geçti. Bir siyasi partinin kapatılması talebi bu gölgenin hacmine işaret ediyordu. Bu tür girişimlerin ifade ettiği "çıplak siyasi gerçek", AKP'nin ya da belli bir toplumsal kesimin özel durumunu aşan "iki temel unsur" üzerine oturmaktadır. Bunlardan ilki, "toplumsal ve siyasi alanın kalıcı bir şekilde daraltılması"dır: Yani toplumun talepleri ve örgütlenmenin ayrımcı ve yaptırıma tâbi tasnifidir. Yani uzlaşma, diyalog, etkileşim gerektiren siyasi konu ve soruların siyasi niteliğinin imha edilerek tartışılmaz devlet meselesi haline dönüştürülmesidir. İkincisi bu daraltma girişiminin, "anayasal kuruluşlar ve yargı organları üzerinden, yani demokrasi kurumları eliyle yapılması"dır. Bunun toplum ve siyaset kadar, "hukuk alanını da siyasileştirerek daraltması"dır. Bu iki sorun esasen bugün yaşanan, örneğin siyasi partiler yapılanması, rant yapısı, yönetim krizi, istikrar sıkışıkları, içe kapanma eğilimleri gibi türlü sorunların temelinde yatar. Toplumsal, siyasal, hukuki "hakemlik kurumlarının içini iyice boşaltarak krizleri kronik hale getiren" bu gidişe rağmen, tartışmaları "tek sorun, tek kişi ya da tek parti"ye endekslemek, iktidar kavgasını bile ifade etmeyen bir "kenar mahalle itişmesi"ne çevirmek, demokrat aklın alabileceği bir tutum değildir. Şimdi yeniden soralım: Seçimlere 10 gün kala açılan kapatma davası ile demokrasinin ve siyasetin neresindeyiz? Şunu bilmek gerek: toplumun ve siyasetin devre dışı bırakıldığı rejimlerde, "katılım, temsil ve hukuk kurumları" adaletli, özgür ve düzgün çalışmaz; o zaman da demokrasiden söz edilemez. Hele bir de, "bu devre dışı bırakma girişimi hukuk kurumu üzerinden yasallaşıyor ve yapılaşıyorsa", bu rejimi tek sözcük tanımlar: Otoriter düzen... Ve her otoriter düzen otoriter tutum ve girişimlerini "halk eğilimi", "milli güvenlik", "iç tehlike", "kendini savunma", "kendisine özgülük", hatta kendisine özgü, örneğin bir yazarın pek sıkça kullandığı "haymatlos olmayan demokrasi" gibi sözlerle doğrulamaya çalışır. Ve otoriter düzenlerin gizli ya da açık olması arasında öz açısından hemen hiçbir fark yoktur. Tek fark dozdadır... Türkiye de benimsediği otoriter rejim dozunu her geçen gün biraz daha arttırmaktadır. Her parti kapatma girişimi ve parti kapatma kararı bu açıdan hem "gelinen nokta"ya, hem de bundan sonra "gidilecek yer"e işaret etmektedir. Sonuç açık bir şekilde siyasi alanı biraz daha daraltması, siyasi partilere yoruma dayalı her tür devlet müdahalesinin "hukuken" mümkün kılınmasıdır. Siyasete yönelik keyfi bu tutum, aslında devletin bireylere yönelik keyfi tutumunu davet eder ve meşrulaştırır. Zira kim tarafından, hangi güdüyle belirlendiği belli olmayan "devlet ya da asayiş politikaları" her yerde "keyfilik" üretir. Ve her keyfilik "kaos ve çatışma" demektir, kaba güce ya da gayrimeşru kurallara başvurmak demektir. Bu keyfi tutum aynı zamanda, "toplumun yok sayılması", zapt u rapt altına alınmaya çalışılması demektir. En beteri, farkılıklar arasındaki temasın ve etkileşimin öldürülmesi, yani bir sistemin ruhunu, canını oluşturan "toplumsal mutabakatların eritilmesi"dir. Peki ya sonuç? Sonuç ortada: Gücün keyfice el değiştirmesi; siyasi alanın, zayıfladıkça dar çıkarlara endekslenip suni bir şekilde bölük pörçük olması; modernleşmemiş, farklılaşmamış tepkisel siyasi davranışın ya da oy davranışının ortalığı kaplaması; istikrar bunalımı; yönetim krizi... Şimdi herkesin, belleğinde toplumu aramasında büyük fayda var... Aksi takdirde unutmamak gerekir ki, yeni siyaset ya da yeni oluşumlar da bu koşullardan muaf olmaz...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |