T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
"Casus Alman Vakıfları" işini
Milliyet başlatmıştı...

DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel giderayak "casusluk" suçlamasıyla Türkiye'deki Alman Vakıfları hakkında dava açtı. Başbakan Ecevit, Almanya'nın gönlünü alıp durumu kurtarmaya çalışıyor. Görünüşte, bu diplomatik skandalı ülkenin başına

Nuh Mete Yüksel sarmış gibi görünüyor. Oysa mesele, Milliyet'in 30 Haziran 2001 ve 1 Temmuz 2001 tarihli manşetlerine dayanıyor. Milliyet arşivinde bir kazı çalışması...

GM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in giderayak, casusluk yaptıkları gerekçesiyle Türkiye'deki "Alman Vakıfları" hakkında dava açtığını; Almanya'nın olan bitene büyük tepki gösterdiğini; yüzden fazla ülkede çalışan vakıflara sadece Türkiye'de casusluk suçlaması yöneltildiğini; tam da Türkiye'nin Avrupa Birliği'nden müzakere tarihi istediği bir sırada, onu AB'de en fazla destekleyen ülke konumunda görünen Almanya'nın gönlünü alma işinin Başbakan Ecevit'e düştüğünü; buna rağmen ciddi Alman gazetelerinin Türkiye'yi "kendi kalesine gol atma olimpiyatı birincisi" seçtiğini biliyorsunuzdur...

Ama Cumhuriyet'in ve Akşam'ın iç sayfalarına gizlendiği için bu haberlerin devamı niteliğindeki bazı haberlerden bîhaber olabilirsiniz, onları da biz aktaralım...

Önce 28 Ekim tarihli Cumhuriyet'ten, "Askerlerden altın madenine ziyaret" başlıklı haberden kısa bir bölüm (altın madenine askerlerin ziyaretiyle Alman Vakıfları'nın ne ilgisi var, bu ziyaret Milliyet'in bir buçuk yıl önceki manşetlerine nasıl bağlanır diye sormayın, sabredin):

"Aralarında Ege Ordu ve NATO Güneydoğu Müşterek Komutanı'nın da bulunduğu komutanlar, İzmir'in Bergama ilçesindeki altın madenini gezdiler. (...) Normandy Madencilik Genel Müdür Yardımcısı Orhan Güçkan, komutanlara Türkiye'nin 300 milyar dolar değerinde altın rezervine sahip olduğunu tahmin ettiklerini anlattı. Güçkan, 'Ancak ne özel sektör ne de devlet bu konuda ciddi adım atmıyor. Bazı art düşünceli kişiler, tanklarda kullanılan siyanüre, 'topraklarımız zehirlenecek' diye karşı çıkıyor' dedi. Ege Ordu Komutanı Tolon, şirket yetkililerine plaket verdi."

Şu haber de bir gün sonraki (29 Ekim) Akşam gazetesinden: "ASKER MESAJ MI VERMEK İSTEDİ? Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon'un önceki gün bölgedeki askeri birlik komutanlarıyla birlikte Bergama'ya gelerek (...) plaket vermesi, Ankara kulislerinde ilginç yorumlara neden oldu. Komutanların asıl amacının, 'bölgedeki köylüleri şirkete karşı kışkırttığı iddiasıyla Alman vakıfları hakkında inceleme yapan DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'e destek vermek' olduğu iddia edildi."

Gördüğünüz gibi "altın" işi bir anda Alman Vakıfları'na ve Nuh Mete Yüksel'e bağlanıverdi... Şimdi artık Milliyet'e nasıl bağlandığına geçebiliriz... Nuh Mete Yüksel, attığı son dakika golünü gazetecilere anlatırken "Basında çıkan haberler" ve "Alman Vakıfları hakkında yazılmış kitaplar"dan söz etmişti, işte bu sözlerin birinci bölümü "Vakıflar" işini Milliyet'e bağlayacak. "Kitap" bölümünde ise karşımıza ünlü bir isim çıkacak: Türkiye'deki bütün melanetleri Alman Vakıfları'na bağlayarak haklı bir şöhrete kavuşan Prof. Dr. Necip Hablemitoğlu... Ama bugünün konusu sadece Milliyet...

MİLLİYET'TE "IŞIL IŞIL" BİR MANŞET

Milliyet, 30 Haziran 2001'de "Altın müjdesi" başlıklı, ışıl ışıl bir manşetle yayımlandı... Fikret Bila imzalı haber, iki DSP milletvekilinin (Erol Al ve Hasan Özgöbek) "çalışmalarına" dayandırılıyordu. Bu çalışmaya göre Türkiye Almanlar'dan yılda 800 milyon dolarlık altın alıyordu ve bu yüzden Almanlar, çeşitli oyunlarla Türkiye'nin altınına sahip çıkmasını engelliyorlardı… Al ve Özgöbek'e göre Bergamalıları Alman Fiyan Vakfı örgütlüyordu. İki milletvekili, siyanürle altın üretiminin insan sağlığına zararlı olmadığını kanıtlamak için "o havuzda yüzmeye" bile hazırdı. Yalnız haberin bir kusuru vardı: İki milletvekili "çalışmalarını" neye dayandırarak yapmıştı, iddialarını kanıtlamak için hangi argümanları öne sürüyordu, bunların cevabı haberde yoktu.

Milliyet'in ikinci haberi, bundan bir gün sonra geldi: "HOPDEDİKS'İ KİM KANDIRDI?... Bergama'daki altın madenine direnişin Almanlar tarafından finanse edildiği iddiaları büyüyor…"

Bu kez haberin altında Önay Yılmaz'ın imzası vardı. İnanmayacaksınız ama, haberin yarım sayfayı bulan devamında, "direnişin Almanlar tarafından finanse edildiği iddialarının büyüdüğü"ne ilişkin hiç ama hiçbir ibare yoktu. Konuşan "bilim adamları, madenciler ve öteki uzmanlar" sadece hangi nedenlerle Bergama'da altın çıkarılmasına karşı ya da taraftar olduklarını söylüyorlardı, o kadar… Önay Yılmaz'ın haberi bütünüyle bir "çıkaralım mı, çıkarmayalım mı" tartışmasından ibaretti; belli ki o birinci sayfa başlığı ve "Almanlar" spotu yazıişlerinin "kuş kondurması"ydı.

KAMPANYA, RADİKAL'İN HABERİNE KADAR…

Milliyet, 13 Temmuz'da üçüncü bir hamlede daha bulundu: "Altını görünce fikirleri değişti…" Gazeteye göre, Bergama'da üretilen 11 kiloluk ilk külçe altının fotoğrafını gören Bergamalılar, önceki mücadelelerini unutup "Normandy şirketinin yanına" geçmişlerdi. Bergamalılar, mücadeleden vazgeçtiklerini, Milliyet'e gönderdikleri fakslarla ilan etmişlerdi.

Gene "maksadını aşan" bir başlıkla karşı karşıyaydık aslında, çünkü haberde mesele şöyle anlatılıyordu: "Çevreciler ve köylülerin bir bölümü çalışmanın hemen durdurulması konusunda ısrar ederken; gazetemize faks ve telefonlarla görüşlerini ileten bir başka grup, madenin çevreye zarar vermeyecek teknolojiyle işletildiğini savundu."

Milliyet'in artık "kampanya" halini almış altın seferberliği, birkaç hafta sonra Radikal'de yayımlanan "Kuyuda 'altın taş' var" başlıklı haberle birlikte çöktü. Çünkü Maden Tetkik Arama Müdürlüğü Milliyet'te yayımlanan bu haberleri ciddiye almış, gerekli incelemeyi yapmış ve vardığı sonucu bir raporla ilgili bakana bildirmişti. Ortada "Alman Vakıfları"nı harekete geçirecek bir durum görülmüyordu. Haberin birinci sayfa spotları aynen şöyleydi:

"DSP Milletvekili Erol Al'ın, 'Türkiye'yi 6500 tonluk altın rezervi kurtarır' ısrarı üzerine MTA'nın incelemesi: Önce 8 milyar doları çöpe atmalıyız… Al'ın tezleri üzerine, devletin maden kuruluşu MTA işe koyulup, bağlı bulunduğu bakana bir bilgi notu verdi: 6500 ton rezerv bulunduğu bir varsayım, kesinleştirmek için öncelikle 8 milyar dolarlık bir risk sermayesi gerekli… Tahmin doğru çıksa bile, bulunacak altının Türk ekonomisine artı değer olarak dönmesi en az 50 yıl sürer. Kesinleşmiş 300 tonluk rezervin bile ekonomiye dahil edilmesi 15 yıldan önce olmaz."

O günden sonra Milliyet, konuya bir daha hiç dönmedi… Ama anlaşılıyor ki bir DGM savcısı "Basında çıkan haber ve yorumları" not etmişti ve başına gelen kaset skandalıyla cezalandırılmadan hemen önce, bunları "iddianame" haline getirmişti.

Anlaşılan o "altın taş"ı kuyudan çıkarmak biraz zor olacak… (A.G.)

Bu sürmanşetlerle Cumhuriyet kutlanır mı?

Dün Cumhuriyet Bayramı'nın 79. yıldönümünü kutladık. Görmediyseniz bile gazetelerin bu bayram için hazırladıkları birinci sayfaları tahmin etmeniz zor değil. Tabii ki yine o her yıl tekrarlanan "müsamere" havası... Gazetelerimizin yıllar sonra bu alanda gerçekleştirebildikleri tek yenilik, baskı teknolojisinin gelişimine paralel olarak birinci sayfayı süsleyen Atatürk fotoğraflarının daha çeşitli ve net olmasından ibaret. Gerisi hep aynı şarkı... Bu yayınlarda cumhuriyeti anlamak yolunda bir çaba en son akla gelen şey. Tek tek aktarmaya gerek yok; gazetelerin dünkü sayıları birbirine çok benzer başlıklarla doluydu. Geçen yıllara göre belki tek bir farkla: Önümüz seçim olduğundan, bir takım siyasi görüşlere verilen "dersler" içinde cumhuriyetin öneminin de özelikle vurgulanması!

Aktarmaya gerek yok dedim ama siz şu Hürriyet'in yaptığına bakın! Gazete, "İlelebet payidar kalacaktır" sürmanşeti altına yerleştirdiği fotoğrafın altına bakın nasıl bir resimaltı koymuş: "Bu fotoğraf, 6 Ağustos 1929'da cumhuriyet 6 yaşındayken çekildi. Haydarpaşa Garı'nda Atatürk'ü karşılayanların görüntüsü, genç, modern cumhuriyetin yeni yüzünü sergiliyordu."(!) Sözü edilen fotoğrafın nasıl bir fotoğraf olduğunu mutlaka anlamışsınızdır. Sivil kıyafetiyle Atatürk, silindir şapkalı ve tabii fraklı iki sivil ve başlarında günün modasına uygun şapkaları ve şık kıyafetleriyle beş kadın.... Ve bu fotoğrafın adı "cumhuriyetin yeni yüzü"! Bu öyle bir gazetecilik anlayışı ki, cumhuriyet gibi üzerine dünyada onbinlerce kitap yazılmış, siyasi, toplumsal ve belki herşeyden önce felsefi açıdan analizi ikiyüz yıldır süren bir kavramı ancak "vestimanter" (yani giyime ilişkin) bir mesele gibi anlayabiliyor...

Cumhuriyeti konu edinen köşeyazılarının büyük bölümünün anafikri de bundan çok uzakta değil. Mesela önemli (mevkiiden dolayı!) bir köşeyazarının kaleminden dökülen şu satırlar: "Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerinde yükseldiği üç temel taşı laiklik, üniter yapı ve demokrasidir. Bu üç temel direkten birini çekerseniz bu Cumhuriyet sarsılır, yıkılma tehlikesiyle karşılaşır."(!) Böyle söze ne nedir! Bunu okuyan sıradan bir okur "Ama üçüncü direk hep çekildiği halde niçin hiçbir şey olmuyor?" diye sorsa bu satırların yazarı ne cevap verebilir? Dedik ya, anlamak gibi bir derdi olmayan, sürekli aynı klişeleri tekrarlamayı marifet sayan bir zihniyet... Hadi başka bir örnek daha verelim. Bu örneğimizi de cumhuriyetle yaşıt Cumhuriyet gazetesinin dünkü başyazısından çekelim: "Günümüzde Osmanlı'nın özlemiyle yaşayanlarda tarihsel bilinç eksiktir; insanlık bambaşka ufuklara doğru yönelirken gözlerimizi geriye çeviremeyiz."(!) Bu satırları okuyunca sanırsınız ki Türkiye'de "saltanat"ı geri getirmeye çalışan "monarşist" odaklar bayağı güçlenmişltir! Bu ülkede "Cumhuriyet idaresinden vazgeçip Osmanlı saltanatını tekrar tesis edelim" diyen, bırakın bir grubu bir kişiyle bile karşılaştınız mı?

Dünkü gazeteler içinde cumhuriyetimizi anlamak açısından belki de tek yararlı yayın, Can Dündar'ın, Milliyet ve Radikal'in ortaklaşa yer verdikleri derlemesiydi. Bu gazetelerin şanlı okurları hiç değilse, bu ülkede cumhuriyetin 287 üyeli Meclis'te sadece 158 oyla kabul edildiğini; dönemin bazı önde gelen devlet adamları ve gazetecilerinin (Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Cahit gibi) bu "aceleciliği" kıyasıya eleştirdiklerini -eğer bilmiyorlarsa- öğrenmiş oldular. Dündar, üşenmeyip Hüseyin Cahit'in "Alkışla cumhuriyet kurulmaz!" anafikirli yazısından da söz etse çok daha iyi olurmuş....

Evet gazeteler bu yılki Cumhuriyet Bayramı'nı da böyle geçirdi. Bu yılın bayram gazetelerinde okura memnuniyet veren sayılı hususlardan bir diğeri de, kriz yüzünden midir bilinmez, firmaların bayramı "kötü emelleri" için kullanan reklamlarının az sayıda olmasıydı. Bu "fırsatçı" reklamların sayısı hepsi hepsi onu geçmiyordu. Aralarında bizim en çok hoşumuza gideni ise "Fiat Doblo"nun "Az zamanda çok ve büyük işler yaptık" sloganlı reklamı oldu. Slaganı hatırlıyorsunuz tabii ki... Biraz "kötü niyetli" olduğumuzdan mıdır nedir, bu reklamı görür görmez, Anadolu karayollarını yıllarca "esir" almış olan "Anadol"u hatırlayarak şöyle mırıldandık: "Çok zamanda az ve küçük işler yaptığınızı da unutmayın!"

Son olarak, Radikal'den Nuray

Mert'in dünkü yazısında aktardığı bir "fikri" biz de aktararak noktayı koyalim. Mert, Falih Rfkı Atay'ın 25 Temmuz 1946 tarihli (bu tarih ülkenin yaşadığı ilk çokpartili seçimin hemen sonrasıdır) yazısından şu cümleleri aktarıyor: "Cesaret ve samimiyetle ifade etmeliyiz ki Pazar günkü seçime kadar, CHP idealist inkılabcıların partisi olarak halka rağmen de olsa halk için çalışmayı düstur ittihaz eylemişti." (Görüyorsunuz, "yasak" filan çiğnediğimiz yok; tarihten söz ediyoruz!) (K.B)

Eren Keskin'in nezaketi

Vatan gazetesinin (27 Ekim), İnsan Hakları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Eren Keskin'le gerçekleştirilen söyleşiye neredeyse tam bir sayfa ayırması, onu hiç yargılamadan görüşlerini okurlarına aktarması ilginç. Özellikle de Vatan'cıların Sabah'çıyken altına imza attıkları "Eren Keskin haberleri"yle karşılaştırıldığında...

Gerçi söyleşi için seçilen başlıklar, alt başlıklar, fotoğraflar falan Keskin'in kendisinin vurguladığı kimliğini değil de başka şeyleri öne çıkarır nitelikte ama, olsun; içerde Keskin kendi istediği şeylerden de söz ediyor ve gazete onları da aktarıyor okurlarına...

Merak etmişsinizdir, o nedenle gelin önce Vatan'ın söyleşiyi sunumuna bir göz atalım... Başlık, "İnsan haklarının en 'süslü' savunucusu" olarak tasarlanmış. Üst başlık: "İHD üyesi avukat Eren Keskin sıradışı çizgisiyle dikkat çekiyor..." Alt başlığa da Keskin'in şu sözleri çıkarılmış: "Eskiden solculuk şekilseldi. Şimdi komik geliyor. Yurtdışında birçok sosyalist bakımlıdır. Kadınım ve kadın olmayı seviyorum. İki günde bir saçlarımı sarıyorum. Makyaj yapıyorum, kadınsı giyiniyorum. Çünkü yıllar çabuk geçiyor."

Bakın, bu sunuma rağmen "buna da şükür"ümüzü geri almıyoruz, hiç öyle, "yani olur da 'politikin magazinleştirilmesi' bu ölçülere taşınamaz" falan gibi itirazlarda bulunmuyoruz. Çünkü, biraz önce de dediğimiz gibi Vatan'cıların Sabah'çıyken yaptıklarını hatırlıyoruz...

Mesela o günlerden, tıpkı söyleşiye konulan fotoğrafa benzer bir fotoğrafın eşliğinde (Keskin, bir grup insan hakları savunucusuyla birlikte bir oturma eylemi gerçekleştiriyor), "Boyaları akmasın diye yağmurdan kaçtı" mealinde bir haberi hatırlıyoruz. Ölüm oruçlarında ölümlerin başlamasından sonraki bir iki hafta içinde gerçekleştirilen oturma eylemlerinden biri... Sabah, Hürriyet'in de pes etmesinden sonra ölüm haberlerini tek bir satırla bile duyurmayan tek gazete unvanını inatla koruyor... Sözünü ettiğimiz, Sabah'ın "ölüm oruçlarında ölenler"e ilişkin olarak verdiği ilk haber... Başlığı da işte yukarıda okuduğunuz türden, "derdi protesto falan değil, baksanıza kadına, boyalarıyla uğraşıyor" demeye getiren bir şey...

Bu yazının başlığına koyduğumuz "nezaket" meselesini gördüğünüz gibi en sona bıraktık... Hayır, tahmin ettiğiniz gibi "Eren Keskin de nazik insanmış doğrusu, bütün bu olan biteni yüzlerine vurmamış" falan demeyeceğiz... "Nezaket"i, Keskin'in şu cümlelerinden çıkardık:

"Bizim hayatımız çok farklı. İnsan hakları savunucusu olmak kolay değil. Biz, kendimizi İHD üyesi ve aktif insan hakları savunucusu olarak niteliyoruz. Sistem bizi sanki hep solcuların, hep Kürtlerin hakkını savunuyormuşuz gibi gösteriyor. İşçiden, kocasından dayak yiyen kadına, eşcinsellere, babasından annesinden dayak yiyen çocuklara kadar o kadar çok insan başvuruyor ki derneğe. Hatta işkence gördüm diyen bir polis bile başvurdu."

Söyleyin, Eren Keskin'in, kendilerini "hep solcuların, hep Kürtlerin hakkını savunuyormuş gibi gösteren sistem" eleştirisi yaparken medyayı telaffuz etmemesi az incelik mi? Bu işi yapanların başında büyük basın gelmiyor mu?

Yoksa Keskin medyayı da "sistem"in bir parçası saydığı için mi ayrıca telaffuz gereği duymuyor? Olabilir. Ama sonuçta bu da nazik bir tutuma işaret etmiyor mu? (A.G.)

Bir kenarda dursun...

Sabah gazetesinden Balçiçek Pamir'in Mehmet Ağar'la yaptığı röportajdan:

Soru: "Şu ünlü cümleniz 'Türkiye'de işkence yoktur.' Hala böyle düşünüyor musunuz ya da 'konumum gereği öyle açıklama yapmam gerekiyordu' mu diyorsunuz?"

Ağar: "Kamu görevlileri manyaklar ordusu mudur? Sadist ve sadece keyif almak için bir insan vücuduna zarar vermek isterler mi?"

Soru: "Sorgulardan bahsediyorum ben."

Ağar: "Sorguda zor metodlarla ölçüyü aşmak başka bir iştir, işkence lafı bir başka. İşkence lafıyla bir nevi kamuoyu etkilenmek isteniyor. Sanki bir manyaklar, vahşiler ordusu devletin güvenlik güçlerini kaplamış. Ve bunlar 24 saat çılgınca işkence yapmakla meşguller. Bunlar yanlış şeyler."

Soru: "Yine aynı düşüncedesiniz yani..."

Ağar: "Evet sorgulamada alınacak netice bir anda yüzlerce masum insanın canına mal olacak bir bombalamayı, bir suikastı önler. İşin bu tarafını da düşünmek lazım. Hiç kimse bir insanın vücuduna gereksiz yere zarar verme hevesinde değildir....." (K.B)

Bu haber sadece Star'da başka yerde yok...

"BAYRAK ASTI... Ayaş Cezaevi'ne eski 29 Ekim bayramlarında tek Türk bayrağı asılıyordu... Bu yıl 15 tane asıldı. Çünkü, Ayaş'ta yatan "Efsane Yarbay" Korkut Eken öyle istedi." (Star, 29 Ekim, birinci sayfa haberi)

Aktarıp geçecektik, ama haber içindeki şu cümleden de sizi mahrum etmek istemedik: "Yetkililer, talebin

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 79'uncu yıldörümü kutlamalarına denk gelmesinin de ayrıca önemine dikkat çektiler." (A.G.)

Küfüre karşı neo-liberalizm

Star yazarı Yılmaz Özdil'in 23 Ekim tarihli yazısından…

"Bana göre çare, fiyattır... Numaralı tribün, 100 milyon liradan başlıyor. Küfür yok, bıçak atan da yok. Diğer tribünler, 1 milyon ila 4 milyon lira arasında. Küfür de var, kılıçla gelen de...

"Stad dolsun diye fiyatı düşürürsen, it de girer, uğursuz da, esrarkeş de... Bana göre, tribünlerde küfürün önlenmesinin tek yolu, iti, uğursuzu içeri sokmamaktır. Bunun da caydırıcı tek yolu, fiyattır.

"10 milyon dolarlık, yani 16 trilyon liralık Hasan Şaş'ı 4 milyon liraya izlettirirsen... 22 milyon dolarlık, yani

35 trilyon liralık Ortega'yı 3 milyon liraya izlettirirsen... 100 yılda yarattığın ekonomik değeri, ayak takımının kolayca ulaşabileceği hale getirirsen... Olacağı bu."


30 Ekim 2002
Çarşamba
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED