|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Cumhuriyet, önemli bir adım oldu hepimiz için. Ama, cumhuriyet rejiminin içini demokrasi ile doldurma hususunda, arzu edilen hızlı gelişmeyi gösteremedik. Eski Sovyet "sömürgesi" ülkeler, Avrupa Birliği'ne kabul edilirken, hâlâ Türkiye'nin dışarda kalması bunun bir sonucu. (13 aday ülkeden 10'u 2004'te, Bulgaristan ve Romanya 2007'de tam üye oluyor. Sadece Türkiye dışarda kalıyor). Cumhuriyeti koruma ve kollamaya soyunanlar, rejimin demokratikleşmesini de zorlaştırdılar. Osmanlı döneminin Halâskâran-ı Zabitan'ından tutun, günümüze kadar, özgürlükler, hep, "kurtarıcıların" elinde can verdi. İlerleme raporu
Avrupa Birliği İlerleme Raporu'nda, "askerî demokrasi" üzerinde önemle duruluyor: "Millî Güvenlik Kurulu'nun 5 asker üyesine mukabil, sivil üyelerinin sayısı 5'ten 9'a çıkmıştır. Bu kuruldaki asker üyelerin söz ve görüşleri büyük ağırlık taşımaktadır. Birçok vesile ile, Millî Güvenlik Kurulu'nun asker üyeleri, iç ve dış politika ile, sosyal meseleler hakkındaki düşüncelerini kamuoyuna açıklıyorlar, gazetelere demeç veriyorlar. Kopenhag Kriterleri'ne uygun yasaların çıkartılması aşamasında da, aktif olarak tartışmalarda rol oynadılar. Özellikle, Türkçe dışında yayın ve eğitim konularında itirazlarını dile getirdiler. RTÜK'te, Millî Güvenlik Kurulu'nun ağırlığı arttırıldı. Silahlı Kuvvetler'in harcamalarının bir bölümü, bütçe dışı fonlardan sağlanıyor. Hükûmetin bu fonları kapatma çabaları sonuç vermedi. Millî Güvenlik Kurulu, iç politikanın önemli bir unsuru olmaya devam ediyor. Sivillerin çoğunlukta veyahut söz konusu kurulun sadece istişarî nitelikte olması pratikte bir şey değiştirmiyor. Kararlar çoğunlukla alınsa dahi, asker üyelerin kanaatleri çok daha fazla ağırlık taşıyor..." Türkiye'nin ayıplı demokrasisinin tek sorumlusu askeri müdahaleler değil elbette. Kifayetsiz siyasetçiler, çıkar peşinden koşan medya mensupları, güçsüz, sessiz, teslimiyetçi sivil toplum örgütleri, hakkını aramayan vatandaş vs... Herkesin mesuliyeti var. Propaganda
Acaba, 3 Kasım sonrasının iktidarı muktedir olabilecek mi? Dikkat edilirse, sinsi sinsi el altından, bazen de açıkça, AK Parti iktidarını, askerlerin istemediği havası yayılıyor. Yakın tarihten bir örnek vermek gerekirse, 30 Ağustos resepsiyonuna kadar gitmek lâzım. Genelkurmay Başkanlığı'nın organize ettiği bu toplantıda, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman ile sohbet eden gazeteci Fikret Bilâ, yeni komuta kademesinin, irtica, bölücülük ve kirliliği Türkiye'nin en öncelikli sorunları arasına koyduğunu tesbit etmişti. Bilâ'ya göre, komutanların özümsemiş oldukları Atatürkçü düşünce sistemi, onlara, sorunları saptama, analiz etme ve ülke çıkarları açısından yorumlama kolaylığı sağlıyordu. (31 Ağustos 2002 Milliyet). Oysa, Bilâ'nın iddialarının aksine, Atatürk'ün düşüncelerinin donmuş kalıplar haline getirilmesi, tartışılamayan dogmalara dönüştürülmesi, korkular üzerine bir dünya inşa edilmesi sonucunu doğuruyor. Objektif muhakemeyi ortadan kaldırıyor. Hatalı bir eğitim sistemi ile, sorgulayan aklın yerine, peşin hükümler geçiyor. Bu durum, sorunları tesbit etme ve ülke çıkarları açısından yorumlama kolaylığı sağlamak bir yana, ideolojik pencereden bakan kişileri, sık sık yanılgıya sürüklüyor. Orta Çağ karanlığı, dogmaları, akıldan ve bilimden üstün tutan "Skola"lardaki eğitimden kaynaklanmadı mı? İdeolojik referanslı skolastik zihniyetin, doğru ile yanlışı ayırd etmesi mümkün mü? Gelelim, Fatih Çekirge'nin 25 Ekim 2002 tarihli Star'da yazdıklarına. Çekirge de, 30 Ağustos'taki Genelkurmay resepsiyonuna atıf yapıyor ve şunları söylüyordu: "Genelkurmay Başkanı'nın Gazi Orduevi'nde verdiği resepsiyonda devletin ve milletin güvenliği ile ilgili kurumlardan birisinin başındaki kişiye aittir bu sözler. Hemen belirteyim ki bu kişi sivildir... Ortada ciddi bir güven sorunu var. Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının faaliyetleri, niyetleri ve hedefleri bizce sabittir. Bu yüzden, kendisinin başbakanlığını nasıl kabul edebiliriz? Örneğin ben, hakkında bu bilgelere sahip olduğum bir kişinin başbakanlığını nasıl kabullenirim?" Fatih Çekirge, Yargıtay Başsavcısı'nın AK Parti'yi kapatma talebinin arkasında, işte böyle bir rejim endişesi bulunduğunu yazıyor. Cumhuriyetin 79'uncu yıldönümünü kutladık dün. Neden demokratik cumhuriyet olamadığımızın cevaplarını, yukarıdakilere benzeyen mülahazalarda aramalıyız. O ismi verilmeyen sivil şahıs, MİT Müsteşarı olabilir mi? Peki rejim endişesini Kanadoğlu'na hissettirmek için özel ilişkiler mi kuruldu? Bu ne biçim hukuk anlayışı? Demirel
Avrupa Birliği, siyasete askerin müdahalesini eleştiriyor ama tek sorumlu Silâhlı Kuvvetler değil. Siviller buna çanak tutuyor. Sözgelimi, yılların politikacısı Süleyman Demirel,13 Ekim 2002 tarihli Radikal'e verdiği bir demeçte, 28 Şubat'ın darbe olmadığını söylüyor: "Darbe yaparsanız, hükûmet gider. 28 Şubat kararları, devletin meşrû bir kurumu tarafından, Millî Güvenlik Kurulu tarafından alınmıştır. Altında, başbakan dahil herkesin imzası var. Başbakan kendi imzası ile darbe yapar mı? İmzalamasaydı. Benim önüme 71'de muhtırayı koyduklarında, bu, Anayasa'ya ve hukuk devletine aykırı dedim, şapkamı alıp gittim. Kabul edemezdim." (13 Ekim 2002 Radikal) (Metin Sever'in yazı dizisi) Siyaset duayeni kişilerin, gerçekleri bu kadar çarpıtmaları demokrasimizin neden sınıfta kaldığını gösteriyor: 1) 1960'lı yılların başında, Demirel'in siyasete yeni adım attığı bir noktada -henüz Genel Başkan seçilmemişken- tutuklu Celâl Bayar'ın Ankara'ya getirilişi dolayısıyla, CHP'li gençlerin de katkısıyla, bazı taşkınlıklar meydana gelmiş, Adalet Partisi il binasına kimliği belirsiz kişiler saldırmıştı. İşte o tarihte, Demirel siyasete girmeyeceğini, çünkü demokrasinin yeterince olgunlaşmadığını söylemişti. Siyaseti bu âni terk ediş kararı dolayısıyla "Şapkasını -alıp değil- bırakıp gitti" cümlesi sarf edildi. Çünkü, telâş ile, Demirel şapkasını Adalet Partisi il merkezinde unutmuştu. (Konunun teferruatı, Mehmet Turgut'tan öğrenilebilinir.) 2) 12 Mart'ta şapkasını alıp gitmesinin ise demokratik bir tavır olduğu hiç söylenemez. Çünkü darbe yapan askerler zaten ondan gitmesini istemişlerdi. 12 Mart Muhtırası'nın amacı, Demirel Hükûmeti'nin yıkılması ve Meclis'in açık tutulmasıydı. 3) Demirel, 12 Mart Nihat Erim hükûmetine bakan vermek suretiyle, askeri müdahale ile aynı saflarda yer almış bundan dolayı da 1973 seçimlerinde, Adalet Partisi, tarihinde hiç görmediği bir oy oranına, % 29'a düşmüştü. (Bu düşüşte, askerlerle dolaylı işbirliğinin yanısıra, Adalet Partisi'nin bölünmesinin de rolü vardı). 28 Şubat
28 Şubat MGK Kararları Erbakan'a dayatılmıştı. Sonra aynı dayatma, diğer hükûmetler nezdinde de sürdü gitti. Çeşitli yasalar zorlanmayla çıkarıldı. Batı Çalışma Grubu, sivil ve asker işbirliğine dayanan bir yeni oluşuma dönüştü: Başbakanlık Takip Kurulu. MGK Genel Sekreterliği'nin, siyasete müdahalesi arttı. 28 Şubat kurumsallaştı. Demirel'e göre, 28 Şubat darbe değil; Tayyip Erdoğan da siyasî yasaklı değil. Çünkü hakkında mahkeme kararı var. Halbuki, Demirel'in siyasi yasağını da, halkın % 90'la tasdik ettiği Anayasa koymuştu. Anayasa'da yeraldığı için, Demirel'in siyasî yasaklı olmadığını söylemek mümkün mü? Üstelik, yapılan aleyhte ve tek yanlı propagandanın da etkisiyle, Demirel'in yasakları 5-10 bin oy farkıyla, "kıl payı farkla" kalkabilmişti. Acaba bir oylama yapılsa, millet "kıl payı farkla mı" Erdoğan'ın yasağını kaldırır? Bence, demokrasinin gelişmesini, askerlerden ziyade, onlara çanakçılık yapanlar önlüyor. Hukuk devletini ve millet iradesini bir türlü içlerine sindiremiyorlar.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |