|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Cuma gecesi, 5000'i aşkın kişi İstanbul Açıkhava Tiyatrosu'nda efsunlanmış bir halde, sahneyle bütünleşmişti. Sahnedeki küçücük kadının altına imzasını attığı devasa girişimin mutluluğunu yaşıyordu. Önce, Feriköy Vartanans Ermeni Kilisesi'nin Kirkor Hallaçyan yönetimindeki kalabalık korosu, ardından Los Pauaros adlı Yahudi Safarad müzik topluluğunun İbranice ilahinin ardından söyledikleri buram buram İstanbul kokan Ladino (15. yüzyıl İspanyolcası) dilinden şarkıları, ana-baba-oğuldan oluşan Rum üçlünün Türkçe Ege türküleri ve Rumca ezgileri eşliğinde sirtakisi... Sezen Aksu'nun 'Sarı Gelin'i Ermenice söylemesi ve Ermeni kilise korosuna doyulmaz bir müzik tadıyla Türkçe söyletmesi. Enderun topluluğuyla birlikte büyük katılımla söylenen 'Allahumme Salli Ala, Seyyidina Muhammed' diye başlayan Salat-ı Ümmiye... Türkiye, tarihiyle birlikte şarkı diliyle birleşmişti. Sezen Aksu'nun başlangıçta söylediği o basit ve özü itibarıyla son derece iddialı duruma denk düşüyordu herşey: 'Amacımız birlikte şarkı söylemek'... Ancak, görkemli –Efes ve Aspendos'un ardından imparatorluklar başkenti, Türkiye'nin gözbebeği İstanbul'da gerçekleştiği için görkemli- gösterinin en duygulu anı, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin Çocuk Korosu sahneye çıktığı anda yaşandı. Amfiteatr biçimindeki sıraları ve merdivenleri dolduran binlerce kişi, sözleşmiş gibi, ayağa kalkmış yerel giysileri içindeki çocukları selamlıyorlardı. Kimisinin gözleri buğulu... İstanbul, adeta, başını çektiği tüm Türkiye adına ülkemizin Kürt vatandaşlarına 'Siz, bize aitsiniz' mesajını iletiyordu; 'Ne kadar mağdur ve mazlum olduğunuzu biliyoruz. Sizi seviyoruz. Siz, bize aitsiniz...' Hiçbir slogan atılmadan, hiçbir pankart açılmadan basit olduğu kadar derin anlamlar yüklü bir hareketle: Diyarbakırlı küçükler görüldüğü anda, hep birden ayağa kalkılarak ve avuçlar patlatırcasına alkışlarla... Aksi halde, koro şefi Dilek, boynundaki kırmızı şalı Sezen Aksu'nun boynuna doladığı sırada, Sezen niçin birdenbire ağlamaya başlasındı ki?... Çıkışta Cem Boyner'i gördüm. Ayağa kalktığımız esnada koca alanda gözlerimiz buluşmuş ve yalnız birbirimizin ve 'bizden' olanların anlayabileceği biçimde birbirimize başparmaklarımız ile işaret parmaklarımızı açarak selam göndermiştik. Çıkışta. 'Demek ki, bunca yıl boşuna bağırıp çağırmışız; birlikte şarkı söyleseymişiz. Bizim yapamadığımızı Sezen yaptı baksana...' 'Zeytini yordum ama' diye biten Karadeniz fıkrasını hatırlattım. 'Hiçbirşey boşa gitmiyor olmalı. Zeytini biz yorduk...' İstanbul'daki görkemli birlik-bütünlük gecesinin, siyasi tarihimizin en yüz kızartıcı kararlarından birinin duyulmasından birkaç saat sonrasına denk gelmesi, elbette, bir raslantıydı ama Türkiye'nin ufkunun bulutlandığı bir günde, bir yandan da, ülkede nasıl güçlü bir 'pozitif enerji'nin yüklü bulunduğuna dair ilginç bir göstergeydi. Tabii, o gecenin bize anlattığı, dikte ettiği başka hususlar da var: Türkiye'nin 'siyasi söylemi' bundan 10 yıl öncesinin gerisinde. On yıl önce, gündeme getirdiğimiz konular bugün konuşulmuyor. Hiçbir siyasi parti, Türk siyasetinin 'ana sorunları'na dair herhangi bir şey söylemekten kaçınıyor. 'Devlet eksenli söylem', 'toplum eksenli söylem'i bastırmış durumda. İkincisi üzerinden hareket edenler, 'meşruiyet sorunu'yla sanki yüzyüze geliyorlar. O zaman, toplum, kendi 'söylemi'ni 'birlikte şarkı söyleyerek' dile getiriyor. İşin ilginç yanı, toplum 'özünde' kendisiyle barışık. 'Kutuplaşma'yı ardında bırakmak ve kendisiyle 'barışık' biçimde yaşamak ve varolmak için güçlü bir 'irade'ye sahip. 'Siyasi yasaklar', toplumun bu 'güçlü dinamiği'ne aykırı düştüğü için; 3 Kasım'ın Türkiye'nin önüne yeni bir 'yol açması' gerekiyor. Ve öyle görünüyor ki, toplumdaki bu 'özgürlük arayışı dinamiği'ni yakalayanlar ve bunu 'siyasi söylem' olarak 'tercüme' edebilecek olanlar, seçimlerde, bunu yakalamayanları yaya bırakacak. Türkiye, 'birlikte şarkı söylemek' istiyor...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |