|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
en renklisi Ulusal Kanal'dı...
4 Kasım gazeteleriyle Kronik Medya'nın dolmayacağı belliydi, sonuçta nereye baksan seçim sonuçları, tablolar vb... Bunu düşünerek, seçim gecesi televizyon kanallarında daldan dala atlayarak sizin için bir şeyler derledik. İlk gece performansı ölçü alınırsa, yeni dönemin "derin ve zinde" kanalı Star TV olacak. Gecenin en "renkli" kanalıysa, tek konuklu Ulusal Kanal'dı. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, burada "gaflet içindeki millet"e çattı ve İşçi Partisi'nin barajı aşmasını "Süper NATO"nun engellediğini savundu.
Televizyon ekranlarının seçim gecesi performanslarına bir göz atmak iyi olacak. Hemen belirtelim, "meslekî"den çok biraz "siyasi" olacak bizim yaklaşımımız; açıkçası, bu performansların, kanalların yeni dönemde nasıl bir hat izleyecekleri konusunda ipucu niteliğindeki bölümlerini öne çıkaracağız. Önce Show TV ve Kanal D'den başlayalım... Tuncay Özkan'ın yönetimindeki Show TV'de, AK Parti'ye karşı hayırhah tutum ve Kemal Derviş'li CHP'ye yüklenme niyeti bizce barizdi... Bu tutumun, gene grubun medya grup başkanı olarak Tuncay Özkan'ın denetiminde bulunan Akşam gazetesinin tutumuyla paralellik arz ettiğini söyleyebiliriz. Kronik Medya'da, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu'nun (BDDK), grubun bankalarına yönelik operasyonundan sonra Akşam'daki çizgi değişikliğini size aktarmıştık. Gece boyunca Tuncay Özkan'la konuşma görevini üstlenen Defne Samyeli'nin durumu kavrayamamaktan mı, yoksa benimseyememekten mi kaynaklandığı anlaşılamayan şaşkınlığını da not edelim... Bu şaşkınlık, Samyeli'nin, "CHP neden umduğunu bulamadı?" sorusuna, Özkan'ın, "Kemal Derviş faktörü nedeniyle" cevabını verdiği anda had safhaya ulaştı... Tuncay Özkan'ın transferinden sonra haber yayın yönetmenliğini Fatih Altaylı'nın yürüttüğü Kanal D'de de ilginç bir seçim yayını vardı. Gecenin sunuşunu Altaylı doğrudan kendisi yapıyordu. Kanal D, biraz sonra ayrıntılarını aktaracağımız Star TV'nin yayın anlayışıyla taban tabana zıt bir görünüm arz ediyordu. Altaylı, daha ilk geceden "meşruiyet krizi"ni gündeme, bu yolla AK Parti'yi kündeye getirme gibi bir tavır içinde hiç değildi. Kendisinin ve ekibinin enerjisini, Türkiye'nin yönetimine tek başına gelen yeni siyasal ekibin neler yapmayı planladığını öğrenmeye ve izleyicilerine aktarmaya yöneltmişti. Altaylı, konuştuğu her AK Parti yetkilisinin "seçim zaferini" kutlamayı ve başarı dilemeyi de ihmal etmedi. Muhtar, işi "AK Parti bölünebilir mi"ye nasıl getirdi?
Seçim gecesi Star TV Reha Muhtar'a emanet edilmişti... Muhtar'ın konukları, "meşruiyet tartışmasının kaçınılmaz olduğunu" anlatan Erol Mütercimler, Can Ataklı ve araştırmacı Hakan Bayrakçı; "bunların Refahyol dönemindeki hallerini de bilen" eski bakan Yıldırım Akbulut; "bu ülkenin belli kurumları vardır, Tayyip Erdoğan'ın bugün sadece üst başlıklarını verdiği şeyler ortaya çıktıkça, o kurumlar faaliyete geçecektir" diyen İnsan Hakları Platformu Başkanı Müjgân Türel vardı. (Söylemezsek çatlarız; "laik" sözcüğünün "lâik" biçimindeki telaffuzunu biliyorduk, ama "lâyık" biçimindeki teleffuzunu ilk kez Müjgân Hanım'dan duyduk, hem de defalarca.) Ve bütün bunların arasında, Muhtar'ın ısrarla "Siz AKP'ye yakın bir gazetecisiniz, hadi anlatın" diye sıkıştırdığı Cengiz Çandar... Star'ın tartışma ekibi, başta "Milli Savunma" olmak üzere kritik bakanlıklara atanacaklara karşı "devlet"in tavrının bir krize yol açıp açmayacağı sorunuyla başladı işe. Soru, Ankara stüdyosunda bulunan Ardan Zentürk üzerinden, oradaki konuk emekli Korgeneral Suat İlhan'a yöneltildi. Fakat İlhan'ın cevabı hayal kırıklığı yaratacak nitelikteydi. İlhan, burada bir meselenin olmadığını söyledikten sonra, yeni ekibin siyasi tecrübesizliğinden dolayı belki Dışişleri'nde bir sorun yaşanabileceğine değindi. İlhan, bunun da "Bürokratların yeni siyasileri iyi brife etmesiyle" aşılacağını vurguladı. Ardan Zentürk bu kez "eski partilere bağlı bürokrasinin engelleme ihtimali"ni yardıma çağırdıysa da, Suat İlhan bürokrasinin böyle bir gerilim yaratmaya hakkının olmadığını söyledi ve mesele kapandı. Cengiz Çandar, Star TV'deki gerilim mühendisliğinin bir aşamasında "Durun hele, daha oylar sayılıyorken zinde kuvvetleri göreve mi çağıracağız?" müdahalesiyle ortalık biraz yatışır gibi oldu ama, kısa bir süre için... (Belki bu uyarının etkisiyle, Muhtar, ekranın altında beliren "Tayyip, Başbakan'ı atama konusunda zor durumda" yazısına müdahale gereği duydu. Hayır, "Tayyip"e değil, "zor durumda"yaydı itirazı. "Bunu biz söyleyemeyiz" diyordu Muhtar. Yeni alt yazı onun dikte ettirdiği doğrultuda yeniden şöyle dizayn edildi: "Tayyip Başbakan olarak kimi atayacak?") Dedik ya, kısa sürdü bu ara... Biraz sonra Ardan Zentürk, ATO Başkanı Sinan Aygün'le yeni bir tartışmaya başladı. Bu arada ekranın altında "Parlamentonun meşruiyet sorunu" yazısı belirdi... Reha Muhtar, kendisini öyle bir kaptırmıştı ki bu işlere, Star TV, MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin genel başkanlıktan ayrılma kararını ancak 15 dakikalık bir gecikmeyle verebildi. (Geçerken belirtelim, Star TV'nin gece boyunca ekrandan düşürmediği "hangi parti yüzde kaç oy aldı" tablosundaki sıralama da pek bir görgüsüzce tasarlanmıştı: Genç Parti, CHP ve AK Parti... Geçerken şunu da belirtelim: Stüdyoya davet edilmiş 20-30 konuğun konuştuğu "millet konuşuyor" bölümü de iyiydi Star'ın... Görebildiğimiz kadarıyla sadece "yüzde 35" dışındaki "millet" temsil ediliyordu bu bölümde...) Sabaha karşı 01.30 civarında işin zirvesine ulaşıldı... Reha Muhtar, Can Ataklı'nın "Belki de Ankara'da AK Parti milletvekillerine yönelik birtakım faaliyetler şimdiden başlamıştır"ından güç alarak atıldı: "AK Parti'de bir bölünme beklenebilir mi?" Neyse ki Cengiz Çandar oradaydı da, "Yahu, dışarda gösteriler sürüyor daha, ne bölünmesi, yapmayın" diye uyardı da ortalık tekrar sakinleşti. Gördüğünüz gibi yazı uzadı da uzadı, İşçi Partisi'ne hiç yer kalmadı... O da yarına artık... (A.G.) Radikal de olmasa 'yalancı' çıkacaktık!
Seçim arefesinde "4 Kasım sabahı gazetelerin birinci sayfalarında öne çıkan anafikir ne olacak?" sorusuna cevap ararken aklımıza gelen ilk seçenek "Temsil krizi" olarak da ifade edilen "Meşruiyet krizi" bahsiydi. Bazı anket sonuçlarının işaret ettiği gibi barajı ancak iki partinin aşması durumunda Meclis'te temsil edilmeyen oyların oranı çok yüksek olacağından, medya dünyasının 4 Kasım sabahı özellikle bu "uygunsuz" durumun altını çizeceğini sanıyorduk. Ancak bugün görüyoruz ki, manzara hiç de sandığımız şekilde şekillenmemiş. Hatta tam tersine, pekçok köşeyazarının "temsilde adaletsizliği" bir sorun olarak belirtmelerine rağmen, sonuçtan AKP'yi "sorumlu" tutma gibi bir yoruma hiç yanaşmadıkları gözleniyor. Örnek vermek gerekirse; Milliyet'ten Mehmet Y. Yılmaz, yüzde 45'e yakın bir oyun Meclis'te temsil edilmemesinin yaratacağı "meşruiyet tartışmaları"nı "ciddiye almadığını" belirterek şöyle devam ediyor: "Bunun olacağı da bir sürpriz değildi. Daha önce MHP, CHP ve HADEP gibi partiler TBMM dışında kaldıklarında ne kadar meşruiyet sorunuyla karşılaştıysak bu kez de öyle olacak." Benzer bir yorumla Vatan gazetesi başyazarı Güngör Mengi'nin sütununda da karşılaşıyoruz: "Evet, meşruiyet tartışmaları belki haklı olacaktır ama bundan AKP sorumlu tutulamaz." Bizim 4 Kasım sabahı karşımızda bulacağımızı sandığımız "meşruiyet" yorumlarından şaşırtıcı bir biçimde sırasıyla Milliyet'ten Güneri Cıvaoğlu ve Hasan Cemal de uzak duruyorlar: "Ama ... Toplumun neredeyse yarısına yakınının oyları Meclis'e yansımadı. Bu durum 'meşruiyet' tartışmalarını değilse bile, seçimlerin 'adalet' ilkesi bağlamında tartışmaları başlatabilir. Bunu tartışırken bile 'sağduyulu' olmalıyız." / "Meşruiyet tartışmalarına ve istikrarsızlığa yol açabilecek bu adaletsizlik elbette seçim sisteminden kaynaklanıyor. Bunun baş sorumluları ise dün yüzde 10 baraja takılan siyasal parti liderleridir. Bunca yıl Seçim Yasası'nı değiştirmeye yanaşmayanlar, şimdi bu sistemin altında kalmış oldular." Evet, görüldüğü gibi biz buraya kadar açıkça "yanıldık" ve dolayısıyla ülkenin 4 Kasım'ın hemen ardından "meşruiyet krizi" konulu bir "sivil toplum" hareketine sahne olması şimdilik mümkün görünmüyor! Bu çerçevede belki şu hususu belirtmemez de gerekir: Bu ve benzer öngörülerin gerçekleşmemesinden ancak büyük memnuniyet duyulur! Fakat isterseniz "yanılgımız"ın "total" nitelikte olmadığını da hatırlatalım. Yukarıda yazılarından bölümler aktardığımız köşeyazarları ve hatta "Evet, Türkiye'nin önünde gerçekten yeni bir 'Ak sayfa' açılıyor. Türk ulusuna hayırlı olsun..." (Erdal Şafak, Sabah) gibi sözlerle AKP'nin başarısını bir öncekileri bile çok geride bırakan nitelikte yorumlarla selamlayan başyazarlarla karşılaşmamıza rağmen, dün hiç değilse iki gazete "meşruiyet krizi"nde ısrarlıydı.... Bu gazetelerden ilki, tahmin ettiğiniz gibi Cumhuriyet'ti. Bu gazete ancak önemli günlerde yayımladığı imzasız başyazısında şöyle diyordu: "Hiç kimse bu seçimden sonra ortaya 'istikrar' manzarası çıktığını söyleyemez. (...) Hiçbir deneyimden geçmemiş, kimliğini henüz kanıtlayamamış 15 aylık bir partiye seçim sonuçları tablosunda verilen yüzde 35'lik payın iktidara yansımasıyla ortaya çıkan, şimdilik büyük bir soru işaretidir." Sözünü edeceğimiz ikinci gazete, tabir caizse, birinciyi de aratan yorumlarla yayımlanmış. Bu gazete de Radikal. Acıkçası, Radikal'in dünkü sayısına Cumhuriyet'ten de daha cumhuriyetçi bir hava hakimdi. Gazete birinci sayfasının göbeğine neredeyse tamamı şu başlıktan oluşan bir "haber/yorum" yerleştirmişti: "Dakika bir kriz bir / Türkiye, 'siyasal istikrar'ın ana koşulları arasındaki 'tek başına iktidar'a kavuştu, ama oyların yüzde 46.5'i Meclis dışında. Krizin adı meşruiyet"(!) Belki yerinde bir tepki olarak değerlendirilmeyecek ama, Radikal'in bu başlığını görünce az da olsa memnun olmadık değil; 4 Kasım sabahı için öngördüğümüz başlıklardan birisi nihayet karşımızdaydı! Radikal , "meşruiyet krizi" meselesini bu kadarla, yani tadında bıraksa yine iyi; ama ne gezer... Gazetenin genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, birinci sayfaya yerleşen başlığın açıklanmasından ibaret olan yazısıyla, hiç şüphesiz, 3 Kasım seçimlerinin sonucu hakkında en "kötümser" yazıyı kaleme alan köşeyazarıy-dı.... Şu cümlelere bakın: "Seçmenlerin neredeyse yarısının oyları Meclis'te temsil edilemeyecek. Böyle bir seçim sonucu yasal olabilir, ama meşru olamaz. Böyle bir seçimin sonucunu 'demokratik' diye niteleme imkanı yoktur. (...) Yıllardır Türkiye'de bir 'temsil krizi'nden söz ediliyor. Alın size temsil krizinin âlâsı. Oyların neredeyse yarısı Meclis'te temsil edilemeyecek. Bu şartlar altında Türkiye'yi yönetmek mümkün olabilir mi? Bence ortaya çıkan tek parti iktidarına sevinenler hayli aceleci davranıyorlar: Seçimden çıkan tablo bir siyasi kaos tablosudur.(...) Acaba AKP'nin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın talimatlarıyla hareket eden bir nevi 'kukla' mı olacaktır, yoksa alışılagelmiş başbakanlar gibi kendi bilgi ve görgüsüyle hareket eden birisi mi olacaktır? Eğer birincisi olacaksa, o zaman bizi bir 'devlet krizi' bekliyor demektir. Yok ikincisi olacaksa, bu da AKP içinde sıkıntılar doğması anlamına gelecektir. Bu söylediklerim, tek parti iktidarını daha başlamadan sıkıntılı hale getiriyor zaten. Ama bundan önce, zaten başta söylediğim meşruiyet sorunları var.." Manzarayı görüyorsunuz; biz "4 Kasım sabahı için 'Meşruiyet krizi' anafikirli başlık ve köşeyazılarına hazırlıklı olun" derken -samimi olarak- Radikal'i sayfalarını çevireceğimiz gazetelerin hiç değilse en alt sıralarına yerleştirirken, Radikal gazetesi "sürpriz" bir çıkış yaparak diğerleriyle arayı nasıl da açıyor! Eh bu kadarı da az öğretici bir tecrübe sayılmaz.... (K.B.) Nuray Başaran cümleleriyle seçim yorumu
Akşam gazetesi Ankara temsilcisi ve köşe yazarı Nuray Başaran'ın 4 Kasım tarihli "3 Kasım ve ilk yorumum" başlıklı yazısından... "Oy verme işleminin bittiği saatlere kadar sandık başı oyunlar ve hileler, haber konusu olabilecek şekilde yansımamıştı. Seçim takviminin başladığı daha ilk günden, 'seçim pazar'ına kadar kampanyalarla dejenere ve vahşi. Gaspçı ve tahakkümcü hiçbir olay yaşanmadı..." (...) "Ankara'da bürokratik odaklı, İstanbul'da 'intelijeansa' (seçkinciler) ve iş dünyasının pompaladığı 'taşralılık' bir kuşatma halinde değil; bir katılım halinde demokrasiye katılmıştır. Bu katılımcı ve kabullenici tavır, Türk demokrasisi bakımından yüksek bir seviyedir. Kısa bir süre önceye kadar hazmedilmemiş bir demokrasi ve fundamental (kökten karşıtlık) bir retçilik artık tarihe karışmıştır. Şimdiden sonra (elimizde hiçbir seçim verisi yokken, rakamüstü ve ötesi bir olasılık öncesi) tespitte bulunmak istiyorum..." (...) "Türk toplumunun rüştünü ispatlaması, iletişim ve bilişim teknolojisinin katkısıyla kader haline gelen sağ ve sol oy oranları, sağ lehine değişecektir. Artık sağ 70, sol 30 yüzdelerini koruyamaz hale gelecektir...." (...) "Gereksiz ve faydasız gerginliklerden kaçınılarak, sosyal barış ve sosyal faydanın gereği hızla yerine getirilmelidir. İnancımız odur ki, Sayın Cumhurbaşkanı ve siyasi parti başkanları 'Türkiye hatırına'lığını önceleyeceklerdir. Seçim hayırlı olsun..." (A.G.) 'İç eleştirmenlik': Basında en rahat iş!
Bir ombudsman şöyle diyor: "Milliyet'in ardından önce Hürriyet, peşinden Sabah gazeteleri, içeriğe ilişkin okur mektuplarını ele alan 'iç eleştirmen'ler görevlendirdiler:" İşte bir örneği önümüzde duran Hürriyet'in her hafta başı bir tam sayfaya yakın yer ayırdığı "Okur Temsilcisine Mektuplar" başlıklı sayfa sayılanlardan birisi. Bu sayfayı Doğan Satmış adlı orta yaşlarda bir gazeteci yönetiyor. Satmış'ın yaşını nereden mi biliyoruz? Biliyoruz çünkü Satmış'ın sayfasının tam ortasına yerleştirilmiş bir fotoğrafı var. Peki bu "iç eleştirmen" ne yapıyor, nelerin içeriğiyle ilgileniyor? Önümüzde duran sayfadan da açıkça anlaşıldığı gibi Hürriyet camiasında Satmış'dan daha çok keyfi yerinde olan kimse olmasa gerek... Çünkü Satmış'ın yaptığı bir "iç eleştirmen" olarak gazeteye gelen bazı okur mektuplarını sayfaya (o da rastgele bir biçimde!) serpiştirmekten ibaret! Bakın, mesela bugün irili ufaklı 9 mektup serpiştirilmiş. Oh ne lüküs hayat! Seç beş on mektubu, yerleştir sayfaya ve oturup sayfanın ortasındaki fotoğrafa okurları muzip muzip seyretmeye başla... (K.B.) Gazeteci 'millete küsünce'!
Hürriyet yazarlarından Fatih Altaylı'nın 4 Kasım tarihli yazısından: "....Açıkcası seçimi kimin kazandığını da çok umursamıyorum. Çünkü benim açımdan bu seçimde 'yeni' olan hiçbir şey yok. (...) Bu nedenle bu seçim benim için 'hiçbir şey' ifade etmiyor. Öyle görünüyor ki, bu seçimin sonuçları 'çok uzun ömürlü' olmayacak. Bundan sonra bir seçim daha gelecek. Ve asıl değişim 'o ikinci' seçimden sonra başlayacak. O ikinci seçimden sonra Türkiye 'gerçek seçimini' yapacak. (...) O nedenle ben bu seçimi 'hiç ciddiye almıyorum'. Sonuçları da, ne olursa olsun bir anlam ifade etmiyor. Çünkü bu seçimde 'kimin ne için oy verdiğini' üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyorum."(!) Ne kadar şaşırtıcı satırlar değil mi? Hele bir de Altaylı gibi her zaman "kendinden emin" bir köşeyazarının kaleminden çıkmışsa... Açıkça söylemek gerekirse, Altay-lı'yı bugüne kadar seçimin ve hatta hayatın "anlamsızlığı" üzerine bu derece kafa yorarken ve dolayısıyla bu derece "depresif" bir ruh hali içinde görmemiştik doğrusu....
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |