|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hukuku çok seviyoruz, "hukuk devleti" sözünü yazılarımızdan, konuşmalarımızdan, günlük sözlüğümüzden eksik etmiyoruz... "Hukukun üstünlüğünden, üstünlüğün hukukuna" türünden yinelene yinelene kağşamış ve cılkı çıkmış cümleleri de çok sık kullanıyoruz, ama "hukuk"tan, "mahkeme"den, hele hakim karşısına çıkmaktan ruh gibi tırsıyoruz. Neden? Türkiye Cumhuriyeti tarihi, yargıç ve savcılara ilişkin güvenimizi boşa çıkaran kötü "muhakeme" örnekleriyle dolu da, ondan mı? Ben korkuyorum açıkçası. "Hukuk" deyince Ali Çetinkaya geliyor aklıma; Kılıç Ali, Necip Ali, Refik Şevket İnce geliyor... Sonra, "Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor Adnan Bey..." diyen Yassıada Mahkemesi'nin ünlü yargıcı Salim Başol geliyor... Türk adaletini "Köpek davası", "Bebek davası" maskaralıklarıyla aylarca meşgul eden Ömer Altay Egesel geliyor... Sonra kim geliyor? "Telekulak çeteleri"yle ilişki kuran, yasa dışı yollarla elde edilmiş kaseti "parti kapatma davası"nda Anayasa Mahkemesi'ne "ek delil" olarak sunan; bunlar yetmezmiş gibi, her fırsatta muhatabını "habis ur", "kandan beslenen vampirler", "bölücü", "vatan haini" sıfatlarıyla aşağılayan mütekait savcılar... Başka? Her türlü hissiyatı hukuki mülahazaların önüne geçirmiş yüksek mahkeme yargıçları. "Bu ülkeyi sevmiyorsanız, gidin uzayda yaşayın" diyen DGM hakimleri. Önüne gelen temyiz dosyasını "Atatürkçü savunma yapan sanığın beraatine..." diye imzalayan yargı üyeleri... Öbek öbek BÇG merkezine taşınıp brifinglenen cumhuriyet savcıları... Ve elbette maşaallahlı Biricik Bey. Biricik Bey, yüksek yargı organına başkanlık ettiği yıllarda, kökü dışarıda bir örgütün toplantısına katılmış, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değildir" şeklinde yüreklere seza bir açıklama yapmıştı. Sonra bir gazeteci çıkmış, "irade-i milliye"ye karşı bu aleni saygısızlığı hatırlatarak TBMM'yi göreve çağırmıştı. Sonra ne mi olmuştu? Biricik'in yaptığı suç duyurusu üzerine, o gazeteci hakkında "TBMM'ye hakaret"ten soruşturma açılmıştı. O gazeteci kim miydi? Kim olacak, elbette bu satırların yazarı... Aynı gazeteci, bu kez, savcılıktaki "ihbar" belgesinden yola çıkarak, özel işlerinde temsil ettiği kurumun antetli kağıdını kullanan ve dolayısıyla devleti zarara uğratan bu zat hakkında "cezalandırılması" istemiyle açık "suç duyurusu"nda bulunmuş; ama Yüce Türk adaleti şiir okuyanları hapse tıkmaktan vakit ayırıp da bu olayın üzerine gitmemiş, gidememişti. İstisnaları yok mu? Hukukun üstünlüğüne inanan, "hukuk devleti" ilkelerini her türlü ideolojik mülahazanın önüne geçirmiş, kararlarıyla "Türkiye'de hakimler var" dedirten savcı ve yargıçlarımız? Olmaz mı? Fazlasıyla var ama, "hukuk devleti"nin değil, doğal olarak "yargı devleti"nin umdelerine göre hareket ediyor onlar da... 27 Mayıs'a can veren, kan veren, ruh veren profesör "27 Mayıs'ın yarattığı en önemli ürün 1961 Anayasası'dır. Bu anayasa, özgürlükleri kapsayan son derece önemli bir belgedir ve hukukun üstünlüğüne dayanmaktadır" demeseydi, bu meseleyi kurcalamayacaktım. 61 Anayasası, elbette, örgütlenme özgürlüğü konusunda cesur ve ileri adımlar atmıştı, ama öte yandan, yazılabilecek en "korporatist" metindi ve dahası "yargı devleti"ni kurumsallaştırmıştı.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |