|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ortadoğu'nun Türkiye'yi de içine alacak ve etkileyecek biçimde istikrarsızlığa sürüklenmemesi, bölgenin bir 'şiddet iklimi'nde 'oksijensiz' kalmaması için yapılması gereken, 'saldırgan'a söz ve diş geçirmek. Adresi biliyoruz: İsrail. İsrail'e söz ve diş geçirebilecek tek ülke Amerika. Amerika'nın bugünkü yönetiminin zihniyetine ve izlediği tutuma bakılırsa, bunu yapmaya niyeti gözükmüyor. Tam tersine, Amerika'nın başında George W. Bush adında, iç politika hesaplarına son derece duyarlı, 'devlet adamlığı kumaşı'ndan biçilmemiş bir 'hafif siklet' var. Ve, bu 'hafif siklet', yüzü kızarmadan İsrail Başbakanı Ariel Sharon'u, kendisini pek iplememiş olduğu halde 'barış adamı' diye nitelerken; 'ölüm tehdidi' altında ve 'tank namluları şakağına uzatılmış' durumda bir 'esir' olan Yasir Arafat'a 'teröre karşılık etkili bir çaba göstermediği' için eleştiri her gün eleştiri okları yöneltiyor. İsrail hükümeti, Bush'un bu tutumundan yüreklenerek, Arafat'ı –sürgüne göndermek dahil– ortadan kaldırma hesapları yapıyor. Türkiye gibi –İsrail'in kendisini 'stratejik müttefik' olarak gördüğü– büyük bir bölge ülkesinin bu durumda nasıl bir rolü olabilir? Günlerdir tartıştığımız konu bu. İsmail Cem-Yorgo Papandreu girişimini de, bu sorunun cevabı çerçevesinde değerlendirmeye çalışıyoruz. Bu noktada bir 'yanlış kayıt düşmemek' için bir 'düzeltme' yapmalıyız. İsmail Cem, dün Euromed toplantısı için bulunduğu ve 'sürekli Ortadoğu'nun tartışıldığını' belirttiği Valencia'dan aradı; 'girişim'in kronolojisini anlattı. Papandreu'nun kendisine önerisi, taraflara ortak bir mektup kaleme almak imiş. Birlikte gitme önerisi, Cem'den gelmiş ve Cem, Ramallah'ta Yasir Arafat'la görüşme amaçlı 'girişim' için İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres'le temasa geçmiş. Dolayısıyla, söz konusu 'girişim'i, İsmail Cem'in tasarladığı bir 'Türkiye girişimi' olarak görmek, işin doğrusunu belirtmek olacak. Şu aşamada, Arafat'la yüzyüze 'kıstırıldığı mekanda' bir bölge ülkesinin, bir NATO üyesi ülkenin yetkilisi olarak bir AB üyesi komşu ülke yetkilisiyle birlikte ziyaret etmek, kuşkusuz, Arafat'ın 'meşruiyetini' pekiştirmek; Amerika ve İsrail'e bir 'simgesel mesaj' vermek ve onu ve isteklerini dinlemek açısından anlamlı ve yararlıdır. Fakat, İsrail'de Sharon'un iktidarda bulunduğunu ve Sharon'un zihniyetini unutmadan 'sonuca gidebilme'nin yolunun; İsrail'e fatura çıkartmaktan ve Amerika'nın bir 'ağır fatura ödemek zorunda kalacağını' Washington'a anlatmaktan geçtiğini de bir kenara kaydetmek gerekiyor. Bush, iç politika hesapları ile dış politika kayıplarını teraziye koyarak tartmaya mecbur bırakılmalıdır; dış politika kefesini ağır bastırmak kaydıyla. Ve, bunu da 'Amerika'nın müttefikleri'nden daha etkili kimse yapamaz. Bu konuda, Türkiye, S.Arabistan'ı, Ürdün'ü ya da Mısır'ı izlemek ve onların Washington nezdindeki girişimlerinin akıbetini beklemek zorunda değildir. İstanbul'da AB-İKÖ Ortak Forumu'nu gerçekleştirme becerisi gösterebilmiş bir dış politika çizgisinden bugünün ötesine geçebilmeyi beklemek normaldir. Ortadoğu'nun en önde gelen uzmanlarından, bölgenin belki de en kıdemli Batılı gazetecisi David Hirst'ün Daily Star'da Amerika-İsrail ilişkilerinin özelliklerini anlatan ve İsrail'i bir Amerika'nın geliştirdiği 'rogue state' (haydut devlet çağrışımı) tanımına tıpatıp uyduğunu ifade eden yazısından ilginç ipuçları çıkıyor: "Taliban'ın yenilgisinden beri, ABD, uzun süredir 'haydut devlet' konumunda sayılan ve 'teröre karşı savaş'ının yeni hedefi olarak yeni belirlenen 'şer ekseni'nin üyesi Saddam Hüseyin'in Irak'ına odaklanmıştı. Sorun, bununla uğraşma niyetlerini berbat edecek şekilde ikinci bir 'haydut devlet'le burun buruna gelmiş olması. Elbette Amerika, onu böyle adlandırmayacaktır; çünkü söz konusu olan bu devlet, İsrail'dir. 'Rogue' sözcüğünün ne anlama geldiğinin tam bir tanımı hiçbir zaman olmamıştır; 'ters', 'haydut' ya da 'çılgın' devlet anlamlarından herhangi biri olabilir. Uygulamada kastedilen, baskıcı bir diktatörlük olmasıdır ama bu tek başına yeterli bir özellik addedilmiyor. Aynı zamanda, kurulu düzene sürekli ve istisnai bir tehdit oluşturması, saldırgan tabiatı ile, orantısız bir askeri güç elde etmesini ve kitle imha silahları geliştirmesini birleştirmesi gerekiyor. Ve, bu kavramı ortaya atan ve kime uygulanacağını belirleyen Amerika olduğuna göre, Amerika'nın da hasmı olması gerekiyor. Bu son özellik İsrail için söz konusu değil. Ama Amerikan sevgisine muhatap mümtaz mevkii, onun diğer özelliklere daha da bol miktarda sahip olmasına imkan veriyor. Bir Yahudi devleti olarak, kendi Yahudi vatandaşlarını ezmiyor olabilir; ama sömürgeci-yerleşimci devlet olarak hükmettiği ya da topraklarından ettiği Araplar üzerinde dolaylı ya da dolaysız zalimdir. Bu durumla başedebilmek için, çok orantısız bir askeri güç, bölgesel düzensizliğin bir sürekli kaynağı, uluslararası alanda giderek artan itibar kaybının konusu- ve Amerikan çıkarları için, Saddam Hüseyin'in ya da potansiyel olarak bölgede resmen ilan edilmiş diğer 'haydut devletler' Suriye, Libya ve İran'ın oluşturduğundan aşağı kalmayacak kadar felakete yol açabilecek ve kesinlikle çok kalıcı bir tehdit haline gelmiştir... ... Gerçekten çok tehlikeli bir durum mevcuttur: Atlantik'ten Körfez'e kadar yüksek ateşle tutuşan bir anti-Amerikanizm; Arap 'sokağı'nın, hernekadar Amerikan karar vericileri kağıttan kaplan diyerek gözardı etseler de, yenilenmiş, dramatik hareketliliği; eğer Sharon'un ve istediği politikanın önü alınmazsa, İsrail ile oluşturulmuş olan tüm barış yapısının, onyıllarca savundukları Amerikan diplomasisinin tüm ürünleriyle birlikte kendi rejimlerinin de çökmesinden korkan, Amerika'nın kilit müttefikleri Ürdün ve Mısır'ın liderlerinden gelen sıkıntı sinyalleri... Batı Şeria'da Sharon'un çılgın saldırısının ortaya koyduğıu bu çıkar çatışması, süperdevlet ABD ile kanatları altındaki İsrail'in arasında, İsrail'in doğuşundan bu yana ilişkinin içinde yerleşiktir. Bir yanda, kendisini her vakit Amerikan ideallerinin temsilcisi, Ortadoğu'da demokrasinin kalesi ve bir stratejik koz ve bölgedeki Amerikan çıkarlarının savunucusu olarak başarıyla sunmuş olan İsrail, Yahudi devleti. Başarısı, esas olarak, Amerikan kurumlarındaki, yönetimdeki, Kongre ve medyadaki dostları ve uzantıları aracılığıyla Amerikan politikası üzerinde uyguladığı muazzam etkiden kaynaklanıyor. Daha İsrail ortaya çıkmadan önce, Başkan Truman'ın Arap büyükelçilerine 'Baylar; özür dilerim ama Siyonizmin başarısını isteyen yüzbinlerce kişinin bu isteklerine cevap vermek zorundayım. Seçmenlerimin arasında yüzbinlerce Arap yok' dediği tarihten bu yana, Amerikan politikacıları inatla İsrail'den yana olmuşlardır. Diğer yanda da, Arapların gözünde kendisini desteklediğine ve arka çıktığına inanılan dış bir güç için bir stratejik yük haline gelmek zorunda olan, bir sömürge yapısı olarak İsrail var. ABD ve Dışişleri Bakanlığı, CIA ve Pentagon gibi uzman kurumları, sahadaki gerçekleri profesyonelce kavrayabilme yetenekleri sayesinde, bu gerçeği her zaman bilmişlerdir. Truman bayrağını Siyonist göndere çekerken, CIA, Siyonist önderliğin, yol açabileceği sonuçlara aldırmadan hedeflerinin peşinde koştuğunu rapor ediyordu. CIA'ya göre, Siyonistler, sadece Filistin'deki Yahudileri tehlikeye atmakla kalmıyorlar, Batılı güçlerin de stratejik çıkarlarını tehlikeye sokuyorlardı. Amerika'nın 'haydut devleti' ana rahmine işte böyle düştü. Gerçeği söylemek gerekirse, İsrail çok kez kendi çıkarını Amerika'nın üzerine koydu; ama böyle yapabilmesi için gerekli araçları, Amerika hiç sektirmeden ona sağlamaya devam etti. Onu, para, silah ve teknoloji yağmuruna tuttu. Bunun amacı, Amerika'nın başını çektiği barış girişimlerinde İsrail'i daha esnek davranmaya özendirmek olarak izah edildi. Ama aksi oldu; İsrail, daha da uzlaşmaz hale geldi ve bu uzlaşmaz katı tutumuyla, Amerikan çıkarlarına yönelik herhangi bir tehdidin başlıca sebebi kendisi olduğu halde, Amerikan çıkarlarının müttefiki ve savunucusu olarak rolü güçlendi. Bu arada, İsrail gücünün diğer merkezinde, Washington'da baba Bush istisna edilirse, birbiri ardına gelen yönetimler bir öncekinden daha da İsrail yanlısı oldular. Bu süreç, şimdiki yönetimle zirveye ulaştı. Bu yönetimin sağcı ideologları, sadece İsrail yanlısı değil, Sharon'un İsrail'inden yanalar. Söylenebileceğin asgarisi şu: ABD için ortadaki soru artık Sharon'u daha iyi arkalamanın, Saddam'a daha iyi vurabilme imkanı sunup sunamayacağı değil. Oyun yer değiştirdi. Sorulacak soru artık şurada: ABD, bölgedeki halk öfkesi volkanı patladığı ve herşeyi- rejimleri, yöneticileri, Amerika'nın müşterilerini, çıkarlarını, yatırımlarını, petrolü, değerleri ve politikaları altına alıp sürüklediği vakit, kendi çıkarlarını nasıl koruyabilecektir." Bu soruyu, bir başka biçimde Türkiye'nin de kendisine sorması gerekiyor. Çünkü, İsrail'in bölgede 'stratejik müttefiki' olarak gördüğü 'tek' ülke Türkiye. 'Dar kafalı' bir Amerikan yönetimi ve bölgedeki bir 'haydut devlet'in 'üçüncü ayağı' olarak, 'üç ayaklı bir denge iskemlesi'nde Türkiye, nasıl oturabilecektir? Bunu düşünmesi gerekiyor.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |