AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Okuntu'nun 10. sayısı: Altın Vuruş

Okuntu dergisi yeni çıkan 10. sayısı ile yayınına son veriyor. Dergi de üçüncü yılını tamamlamış oluyor. Onuncu ve sonuncu sayı: Cahit Zarifoğlu Özel Sayısı adını taşıyor. Dergi, böylece, her anlamıyla, bir altın vuruş uyguluyor: Kendisinin kapanışı bir altın vuruş, bu vuruşla hayatını tamamlıyor. Ve Cahit Zarifoğlu sayısı ayrıca bir altından vuruş: 50'nin üzerinde imza Cahit Zarifoğlu'nu çeşitli veçheleriyle anlatıyor. Dergi, bu sayısıyla bir "belgesel" olarak edebiyat tarihindeki yerini sağlama alıyor. Ve bir bilgi, Okuntu dergisi, tümüyle bundan böyle Kökler dergisi bünyesinde devam edecek (son sayının ilk sayfasındaki açıklama).

Okuntu'nun elimizdeki bu son sayısı için Osman Özbahçe (Ali Bayram ve Alişan Demirci'nin de katkısını sağlayarak) benimle Cahit Zarifoğlu üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Bu söyleşiden bir bölümü buraya aktarıyorum:

"Okuntu: Efendim, Cahit Zarifoğlu'nun, Yaşamak'ının başlangıç cümlesi olan "Ne çok acı var," cümlesinin nerdeyse Cahit Zarifoğlu'nun hayatının özünü oluşturduğunu söylüyorsunuz. Sizin Cahit Zarifoğlu'yla, Alaeddin Özdenören'le, Âkif İnan'la ilgili yazdığınız yazılarda okuyanıniçine işleyen bir hüzün var; oysa örneğin Necip Fazıl üzerine yazdığınız yazı daha "soğukkanlı", daha "çözümleyici". Bu tespit doğruysa niçin böyle oluyor?

"Rasim Özdenören: Bu arkadaşlarımızla biz bir ömrü paylaştık. Gençliğimizin ilk yıllarından, onların son nefeslerini verdiği âna kadar, hayatın zorunlu çaparızları dışında, hep bir arada bulunduk. Ortaklaşa girişimlerimiz oldu. Birbirimizin yalnızca kişisel hayatıyla değil, aile hayatıyla da ilgiliydik. Ben bir görevle ailemin yanından ayrılacak olsam, ailemi onlara emanet ederdim, onlar da bana. Bu tanışıklığın ve dostluğun boyutları, sıradan, ayak üstü tanışıklığın çok ötesinde yer alıyor.

Şunu söyleyeyim: Öyle hissediyorum ki biz bezm-i elest'te aynı anda, "belâ" demişiz. Ve bu dünya bizim için bir buluşma sofrası işlevini görmüş.

Bizim Cahit'le olan tanışıklığımız 1955'ten onun ölümüne kadar süren otuz iki yıl boyunca kesintiye uğramamıştır. Aynı şeyi Âkif için ve Alaeddin için de söyleyebilirim. Âkif'le de 1958'den 2000 yılına kadar, kırk iki yıl…

Bu yıllar boyunca birbirimize hiç darılmadık. Hiç küs olmadık. Hiç kavga etmedik. Buna belki dışardan, birbirini idare etmek, gözüyle bakılabilir; ama aramızda tesis edilmiş bir ticarî şirket yoktu ki bir kavga sonunda çıkarımızın zedeleneceğini düşünerek birbirimizi idare edelim. Bu arkadaşlık tümüyle hasbî, hesapsız, çıkarsız bir arkadaşlıktı. Şayet birbirimize içerlediğimiz çok nadir anlar yaşamışsak, bunun sebebini, karşı tarafın hâlini kendine göre iyi belirlememiş olmasına istinat ettirebiliriz.

İşte bu mülâhazalarla eğer Cahit'in, "Ne çok acı var," cümlesinin onun nerdeyse hayatının özünü oluşturduğunu söylüyorsam buradaki gerçeklik payına dikkat edilmelidir. Evet, Cahit de, tıpkı Âkif ve Alaeddin gibi, kendi acılarını ve kendi yalnızlığını yaşadı. Bu, müdahalesi gayr-ı kâbili mümkün bir vakıadır. Âkif, bana zaman zaman, "Rasim'ciğim, çorak toprakta akıyoruz," derdi. Düşünebiliyorsunuz değil mi? Çorak toprakta suyun akıbeti nedir? Yalnızlık, kuruyup gitmek, kendi kendisiyle tükenmek, buharlaşmak… Cahit, yalnızlığını böylesi cümlelere de dökmezdi. Alaeddin'se, belki yalnızlığının farkında da değildi; ama o da yalnızdı, hem de kızıl bir biber acısıyla… Bu kelimeye dikkatinizi yoğunlaştırmanızı rica ediyorum. Bu yalnızlık kelimesine. İnsanın kendisiyle bile olamadığı bir durum söz konusu. Yaşayıp da kendine bile ifadede acze düştüğü bir durum; çünkü böyle bir yalnızlık anlatılmaya gayret edildiği her defasında birden bayağılaşmaya uğrayabilir. İfadeye, benzetmeye, teşbihe, istiareye gelen bir mahiyette değildir. O odur. O kadar.

Ben onlarda bu hâli görüyordum. Belki en az Âkif'te bu yalnızlığı yakalamak mümkündü; ama Âkif cerbezeli bir insandı. Hitabeti vardı. Konuşunca kendini kalabalığa dinletebilirdi. Yalnızlığı belki onun karakterinin bu yanıyla örtülü duruyordu. (...) Merhum Necip Fazıl'la bizim ilişkimiz elbette birbirimizle olan ilişkimiz türünde bir ilişki değildi. Biz Necip Fazıl'ı tanıdığımızda o altmışına yaklaşıyordu. Bizse yirmilerimizi sürüyorduk. Necip Fazıl'ın, hayatının en heyheyli dönemlerinden birini yaşadığı 1930'lu yıllarda biz dünyaya bile gelmemiştik. Yani gençlik yıllarımızı paylaşmamıştık. Benim Necip Fazıl hakkında yazdığım yazı, kendi tanıklığım kadar, belki ondan daha çok, başkalarının tanıklıklarına müracaat ederek yazılmıştır."


18 Aralık 2003
Perşembe
 
RASİM ÖZDENÖREN


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED