|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Genelkurmay Başkanlığı'nın basın kuruluşlarına yönelik geliştirdiği "akreditasyon" meselesi hakkında bugüne kadar çok şey yazıldı. Gerçekten de, anlaşılması, açıklanması imkansız bir uygulama bu. Aralarında Yeni Şafak'ın da bulunduğu Tercüman, Zaman, Vakit gibi gazeteler ve Kanal 7 ve Samanyolu gibi televizyon kanalları Genelkurmay'ın düzenlediği toplantılara çağrılmıyor. "Neden?" diye kaç kez sorulmasına rağmen, Genelkurmay'dan bugüne kadar bu yönde bir cevap da gelmedi. Söz konusu uygulama, gerçekten de, bir ayrımcılık örneği.... Tercüman'dan (Ilıcaklar) Gülay Göktürk'ün yazdığı gibi, gerçekten de "Devletin duyguları yoktur. Bir gazeteye sempati besleyip bir başkasına gıcık olamaz. Birinin çizgisini 'doğru' bir başkasınınkini 'yanlış' bulamaz. Kişiler ve kuruluşlar hakkında sübjektif kanaatler besleyemez."
Demokrasiyle bağdaşmıyor
Yani özetle mesele apaçık; Genelkurmay'ın bazı yayın kuruluşlarına kapısını kapaması bir demokraside karşılaşılabilecek türden bir uygulama değildir. Göktürk'ün konuya ilişkin şu sözleri de doğrusu çok yerinde: "Bu sadece bizim sorunumuz değil. Aynı zamanda devletin sorunu. İdeolojik devletin varlığını bu kadar açık ortaya çıkaran az örnek vardır." Hemen ekleyelim ki, Göktürk bu açıklamasını "ATA'ya şikayet"ten hemen sonra yapıyor. Şimdi; birçoğunuzun "Bu 'ATA'ya şikayet' de nereden çıktı?!" diye mırıldandığını tahmin etmek zor değil... Evet evet, doğru okudunuz, Göktürk bu açıklamayı "ATA'ya şikayet" töreninden sonra yapıyor... Sizi daha fazla bekletmemek için hikayeye geçsek iyi olacak: Tercüman (Ilıcaklar) gazetesinden bir grup gazeteci, gazeteleri "akreditasyon" sorunu yaşadığı için, durumu "ATA'ya şikayet" etmek için Anıtkabir'e gitmiş... Köşeyazarları Gülay Göktürk ve Serdar Arseven, gazetenin haber müdürleri Fırat Gazel, Yalçın Malgil ve Ankara bürosu muhabirleri Hüseyin Gökçe, Şeyda Apaydın, Cengiz Ural, Nazlı Ilıcak'ın başkanlığında bir heyet oluşturarak "şikayete" gitmişler... Biliyorsunuz ülkemizde bu "ATA'ya şikayet" ziyaretleri çok sık karşılaştığımız bir uygulama. Canı sıkılan, derdi olan, bir çıkış yolu bulamayan kişi ve kurumların bu ziyareti gerçekleştirmesine çok sık tanık oluyoruz. Bir heyet oluşturularak Anıtkabir'e gidiliyor, saygı duruşunda bulunduktan sonra Anitkabir Özel Defteri'ne derdinizi ve şikayetinizi (Tabii ki ATA'ya hitaben) yazıyorsunuz... Derdiniz ya da şikayetiniz, "ortak" dert ve şikayet olmak kaydıyla her cinsten olabilir... "Laiklik"e karşı uygulamalardan şikayetçi olabildiğiniz gibi, bir sendikal kuruluş olarak bünyenizde barındırdığınız memur ya da işçilerin ücretlerinin azlığındandan da şikayet edebilirsiniz... Peki sonuç? "Sonuç" tabii ki ortada yok... Nasıl olur da bir "sonuç" bekleyebilirsiniz ki zaten... Atatürk öleli yıllar olmuş, önüne getirilen bunca soruna nasıl çözüm bulabilir ki... Dikkat ederseniz, bu ziyaretler "türbe" ziyaretlerindeki gibi bir "dilek"in dile getirilmesi şeklinde de gerçekleşmiyor. Burada söz konusu olan husus, doğrudan ve sadece "şikayet". Yani, haksızlığa uğrayan ve bunun düzeltilmesini isteyen heyet, sadece "şikayet"te bulunuyor... Çok tuhaf, çok az yerde karşılaşılabilen türden bir âdet olduğu muhakkak... Neyse, dönelim yine Tercüman'ın "ATA'ya şikayet" ziyaretine: Doğrusu, bir gazetenin böyle bayağı uygunsuz bir şikayet ziyaretinde bulunması da çok uygunsuz bir uygulama... Nazlı Ilıcak, Anıtkabir Özel Defteri'ne şu satırları yazmış: "Sana şikayeti geldik, Ata'm... Sen olsan, kamu hizmeti gören basını 'akredite olan' ve 'olmayan' diye ikiye böler miydin? Aklın ve sağduyunun yerini vehimlerin almasına izin verir miydin?" Hadi bakalım... Çıkın işin içinden kolaysa... "İdelojik devlet"den şikayet etmek için akla gelen tek çözüm, bu "ideolojik devlet"i daha da "ideolojik" kılmaktan ibaret! Gazetede "ATA'ya şikayet"in fotoğrafına da geniş yer verilmiş... Demokrasi açısından çok, ama çok hüzün verici ve düşündürücü bir fotoğraf ve sürmanşet doğrusu... Gazete de 'Şikayetçi kuyruğuna' girdi Hem (madem Ilıcak, Anıtkabir Özel Defteri'ne kaydettiği metinde soruyor) şunu da unutmayalım: Atatürk'ün "akredite olan" ve "olmayan" basın ayrımı yapıp yapmadığından da o kadar emin olmamak lazım! Ilıcak da biliyor ki (çünkü birkaç yazısında o da hatırlatmıştı), basın kuruluşlarına yönelik yapılan ayrımcılığın şikayet edildiği Atatürk de, Cumhuriyet'in kuruluşundan ölümüne kadar (şu nedenden ya da bu nedenden dolayı) ülkedeki basının tamamına aynı duygularla bakmamıştı.... Neyse, bir "ilk"i daha yaşamış olduk... Sonunda bir gazete de, "şikayetçi" kuyruğuna girmeyi başardı.... Biraz geç oldu, 80. yıldönümünü beklemek gerekti ama olsun, sonunda bu da oldu! (K.B) Bu ülkede kafaya koyan, gazetecileri parmağında oynatır... Arz-talep meselesi... Siz sansasyonu ve dedikoduyu "olmazsa olmaz" haber malzemesi sayar, her sayınızda "ille de bulunsun" derseniz, bir süre sonra "doğal"larının yanında "suni" sansasyon ve dedikoduya boğulursunuz... Çünkü hiçbir ülkede 10-15 günlük gazeteyi besleyecek "doğal" sansasyon malzemesi oluşamaz; bu durumda da "kafayı çalıştıranlar"ın yarattığı sansasyonel gelişmeler "bile bile lades" kabilinden işgal eder gazete sayfalarını. "Bile bile lades", çünkü gazeteci de bilmektedir kendisine sunulan malzemenin "yaratılmış, kurgu" olduğunu... Alın mankenlerin "iş kazaları"nı... Hani yürürken dekolteleri aniden sıyrılan ve göğüsleri açığa çıkıveren mankenler... Herkes bilir ki herşey o âna göre kurgulanır, elbise ona uygun dizayn edilir, gerektiği anda mankenin küçük bir hareketiyle "iş kazası" oluşuverir... Bazen bu tür "haber"leri alışkanlık haline getirmiş bir gazetenin olan bitene "isyan" ettiğini okursunuz. Gazete, mankenin bunu bilerek yaptığını söyler, manken itiraz eder falan... Bu da oyunun bir parçasıdır: Çünkü "iş kazaları" furya halini almıştır ve hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır, "isyan"la birlikte bir süreliğine bu tür haberlere son verilir... Ya da ünlenmeye çalışan birisinizdir, sizden daha ünlü birine verip veriştirirsiniz. İşte size birkaç haftalık malzeme... Oysa gazeteciler, "az ünlü"nün amacını gayet iyi bilir, bilir de buna rağmen uzak duramazlar o "haber"den; alabildiğine ciddi cümlelerle, "kavga"nın sahici bir kavga olduğu noktasında okurlarını ikna ederler... Ya da Nil Demirkazık olursunuz... Artık ne yapsanız medya peşinizden gelecektir... Arada bir TV kanalı, bir iki gazete çıkıp "kullanılıyoruz galiba" der, artık "Nil Demirkazık haberi" vermeyeceğini söyler ama durum değişmez... Sırada başka Nil Demirkazık'lar vardır... Milliyet'teki, "Bu seks düşkünü gazeteciler kim?" başlıklı haberi okuyunca, bunlar geldi aklımıza... Haber, Milliyet'in (26 Ekim) birinci sayfasında, manşetten sonraki en geniş haber olarak sunulmuştu: "KİM BU GAZETECİ? 'Evli, iki çocuklu, köşe yazarı, TV yorumcusu, sekse düşkün, ara sıra iç çamaşırı giymez'... Refik Erduran, son romanı 'Domuz'un kahramanını bu sözlerle tarif ediyor ama isim vermiyor. Medya dünyasını konu alan kitabı için Erduran, 'Tamamen gerçek olaylara yer verdim. Kahramanlarımın hepsi hayatta. Kitabı okuduklarında kendilerini tanıyacaklar' diyor." Ne yalan söyleyelim, haberin birinci sayfa bölümünü okuyunca aklımızdan geçen ilk düşünce Refik Erduran'ın "Medya dünyası"nı gerçekten çok iyi tanıdığı oldu... Erduran, kimi, nasıl, hangi malzemeyle kesin bir biçimde avlayabileceğini o kadar iyi biliyor ki, "mesleğin sırrı"nı deşifre etmekten bile kaçınmıyor: "Ad verilmeden anlatılan olayların 'Kim?' araştırmalarına konu edilmesi ülkemizde yaygın bir bulmaca eğlencesidir. Bunun da peşine düşüp tahminler yapacaklardır. Çok dedikodu olacak." Erduran devam ediyor: "Kitaptaki gazeteci, benim tanıdığım dört beş gazeteci. Hepsinin başından geçen olayları bir araya getirip bir kişiye yansıttım. Onlar okuduklarında kendilerini tanıyacaklar. Olayları hatırlayacaklar. Kitaptaki gazetecilerin adını açıklamadım, çünkü bana dava açarlardı." Gazeteci soruyor: "Birileri tahmin eder ve bu gazetecilerin kimliği anlaşılırsa?" Cevap: "Çıkarsa çıksın. Sıkıysa 'Bu benim, bunu ben yaptım' desinler. Ben zaten bu konu tartışılsın istiyorum." Aslında yazar, yazdıklarından o kadar da emin değildir... Soru: "Peki bu yazdıklarınızın doğru olduğunu nereden biliyorsunuz?" Cevap: "Bazılarına tanık oldum, bazılarını da başkalarından duydum. Birkaç kişiden aynı hikâyeyi duyup doğruluğuna inandıysam yazdım." Gördüğünüz gibi her şey açık oynanıyor... Yazar, "sansasyon" yaratacağına emin olduğu kitabını yazmış bitirmiş, kitap basılmış... "Çok dedikodu olacağı" kesin... Medyanın kitabın üstüne atlayacağı da kesin... Romanın haberini yapan gazeteciler, iç sesleriyle sordukları "'Tümüyle gerçek' deniyor ama ya tümüyle kurguysa?" kuşkusunu okurlarla hiç paylaşmazlar, olay büyür, herkes kazanır... Kızmayın, kızmayın... Kafayı çılıştırırsanız siz de "haberi garanti" bir proje geliştirebilirsiniz... Medya, elinden gelen yardımı esirgemeyecektir... (A.G.)
CHP büyüklerinin 'sevgi sözcükleri'ni siz de duymalısınız... Zaman'da (28 Ekim) hoş bir "ortaya çıktı" haberi vardı... Gazetenin muhabirlerinden Süleyman Kurt, "Kurultay'da divan başkanı seçilen Abdullah Emre İleri ile parti yönetimine kürsüden sert eleştiriler gönderen eski Genel Sekreter Adnan Keskin arasında ilginç bir söz düellosunun ortaya çıktığı"nı duyuruyor. Süleyman Kurt, kurultay sonrasında yaşanan "söz düellosu"nun, kurultayda konuşmak için söz isteyen Adnan Keskin'in, Divan Başkanı İleri tarafından uzun süre engellenmek istemesinden kaynaklandığını hatırlatıyor... Bir nokta daha: Keskin sonunda mikrofonu ele geçiriyor ama İleri bu kez de onun "yakasını" bırakmıyor, "konuşmanın en ateşli yerinde" kürsüdeki mikrofonu kapatıyor... Geliyoruz "esas" bölüme... Kurultay sonrasında ikili arasında şu konuşma geçiyor: Keskin: "Bu kurultayı katlettin, haksızlıklara, usulsüzlüklere yönetime yaranmak için göz yumdun. Sen kolay ölmeyeceksin. Ölürken Franco gibi 40 tane çarşaf yırtacaksın." İleri: "İkimizin de günahı aynı. Sen benden önce öleceksin ve senin küllerinin tozları üzerimizi örtecek" Keskin: "Ben de sen cehennemde iken gelip kazanın içinden çıkarıp çıkarıp seni yeniden kazana atacağım." İleri: "Ben de tam kazana girerken kolundan yapışıp, seni..." Yok yok, bu son satır haberde yok, onu da biz uydurduk. Ama ayaküstü değil de söz gelimi karşılıklı otururken gerçekleşseydi, atışmanın daha epeyce gidip geleceği muhakkaktı. "Politikacı mizahı"nın yetkin bir örneğini bize duyurduğu için Zaman muhabirine teşekkürler... (A.G.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |