|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Harp Akademileri Komutanlığı'nda düzenlenen "Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik Sempozyumu"nda Genelkurmay Başkanı Org. Özkök ve İkinci Başkan Org. Büyükanıt'ın "tehdit algılaması"na ilişkin sözleri, genelde "güçlü ülkelerin tehdit algılaması ihracı" açısından değerlendirildi ve bu eleştirel yaklaşım bir kesim tarafından "TSK'da üçüncü dünya sapması" nın işareti olarak görüldü. AB ve ABD ile ilişkilerin bıçak sırtı bir eksende seyrettiği günümüzde bu, tartışmanın şüphesiz önemli bir boyutu... Ancak ihmal edilen bir boyutu daha olduğunu düşünüyorum ben bu tartışmanın.. Ona geçmeden önce hem sayın Genelkurmay Başkanı'nın hem de İkinci Başkan'ın "küreselleşme ve tehdit algılaması"na ilişkin sözlerini yeniden okuyalım. Org. Özkök, "dünya düzeni"nin "yeni tehditler bulma yarışı"na girdiğinin altını şöyle çiziyor: ''Yıllarca tehdide alışmış ve ona yaslanmış dünya düzeninin, tehditsiz kalmanın şaşkınlığını kolay atlatamadığı ve yeni tehditler bulma yarışına girdiği de bir başka vakıadır." Org. Büyükanıt ise, "tehdit algılaması ihracı"nın altını şöyle çiziyor: "Asimetrik tehdit, genel olarak güçsüzlerden güçlülere bir tehdit olarak bilinir. Ama günümüzde görünen bir çok örnekte olduğu gibi 'güçlüden güçsüze' asimetrik tehdit algılamasından söz etmek mümkündür. "Güçlü ülkeler kendi ulusal çıkarları yönünde tanımladıkları tehdit algılamalarını güçsüz ülkelere dayatarak o ülkelerin ulusal çıkarlarına zarar verecek yaklaşımlar içinde bulunuyorlar." Her iki değerlendirmenin yöneldiği hedefi okumak zor değil. 11 Eylül'den sonra ABD inisiyatifindeki gelişmeler ve bunun Türkiye açısından (Irak örneğinde olduğu gibi) doğurduğu ve yarınlarda (İran - Suriye ilişkilerinde) doğuracağı sıkıntılar, iki komutanın Türkiye hesabına duyduğu kaygının yansıması olarak kabul edilmelidir. Bana göre bu, daha çok askerin AB ile ilişkilere rezev koymasından kaynaklanan "üçüncü dünyacılık" gerekçesi olmak yerine, basbayağı önemsenmesi gereken bir kaygıdır. Ancak benim altını çizmek istediğim başka bir konu var. Askeri otoritenin "tehdit algılaması ihracı"na karşı gösterdiği duyarlılığı, "tehdit algılaması ithali" üzerinde de gösterdiği konusunda şüphe serdetmek gerekiyor. Şunun için: Türkiye, 28 Şubat 1997'ye gelen günlerde bir "iç tehdit değerlendirmesi" yaptı. Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) çerçevesinde, o güne kadar "birinci öncelikli tehdit" olarak algılanan "PKK terörü"nün yanına o güne kadar uluslararası literatürde, "Radikal İslam, Siyasal İslam, İntegrist İslam, fundamentalist İslam" vs. yaftalarıyla tüketilen "irticai tehdit"i koydu. Ardından da bugün bile devam ettiği, hatta bin yıl devam edeceği belirtilen bir mücadele süreci başlatıldı. Sorum şu: -Acaba bu tehdit algılaması yerli bir değerlendirmenin ürünü müydü, yoksa ithal mi edilmişti? Hiç şüphesiz hemen verilecek cevap, "Bu tehdit algılaması TSK'nın inisiyatifiyle ve MGK ortamında gerçekleştiğine göre elbette yerli bir değerlendirmenin ürünüdür" şeklinde olabilir. Böyle yaparsanız, o zaman ABD'nin "tehdit algılaması" nı önemseyip Irak'a, İran'a, Suriye'ye karşı yerli kurumlarınızdan karar çıkarmanıza da eleştiri yöneltemezsiniz. Oysa 28 Şubat 1997 öncesinde, (taa 1989'dan itibaren) Sovyetler'in dağılması sonrasında NATO'da meydana gelen "yeni misyon arayışı ve tehdit algılamaları" başlıklı tartışmaları dikkate aldığınızda, artı, İngiltere Başbakanı Thatcher ve NATO Genel sekreteri Willy Claes'in "Yeni tehdit alanı fundamentalist İslam'dır, tehdidin kod rengi yeşildir" tarzındaki sözlerini hatırladığınızda, ardından Casablanka'da, Malta'da, Şarm El Şeyh'te Kuzey Afrika ülkelerinin ve İsrail'in de katıldığı "tehdide karşı mücadele platformu oluşturma" girişimlerini gördüğünüzde, bir NATO ülkesi olan Türkiye'nin bu "tehdit algılaması"ndan etkilenip etkilenmediğini dikkate almak zorunda kalırsınız. CIA eski başkanı James Woolsey, kısa süre önce "Dördüncü Dünya Savaşının başladığını ve bunun sünni ve şii siyasal islamcılığa karşı verildiği" ni yazdı. Afganistan ve Irak müdahalelerini bu çerçeveye oturttu. "Liberal uygarlık" adına verilen bu mücadelenin arkasının geleceğini de ifade etti. Woolsey'nin sözleri ABD'nin (yani hakim küresel gücün) yeni tehdit algılaması idi ve bunu "ithal eden herkes"e ihraç etmeyi öngörüyordu. Ülkenizde hayatın hemen tüm alanlarını tarayıp, kebapçıdan "yeşil sermaye" , İHL öğrencisinden veya başörtüsünden, ya da cami sayısından "irtica tehdidi", halkın siyasal eğilimlerinden geleceğin "siyasal islam iktidarı", bürokrasideki dindar insandan devletin elden gittiği kaygısını çıkaran bir süreç... Malum süreç! Bütün bunlar bizde "NATO'dan ithal edilmiş bir tehdit algılaması" düşüncesini doğuruyor. 28 Şubat sürecinin Türkiye'de toplum - devlet ilişkilerinde doğurduğu sancılara baktığımızda bu "ithal tehdit algılaması"nın Org. Büyükanıt'ın ifadesiyle "güçlüden güçsüze asimetrik tehdit" mahiyetinde olduğunu ve "ulusal çıkarlara zarar verecek gelişmeler" haline geldiğini söyleyebiliriz. Bugüne kadar ısrarla 28 Şubat'ın yerli bir gerekçesinin bulunmadığını ifade ettim ve işin sahiplerini özeleştiriye çağırdım. Bugün de bu özeleştiri çağrımı tekrarlıyorum.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |