|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
nasıl konuşturdu? Milliyet'in "Münevver Hanım himayesinde Devlet Konukevi'nde tesettür defilesi" manşeti, "Milliyet'e konuşan ve defileyi anlatan" Münevver Arınç'ın sözlerine dayandırılıyor. Oysa haberin bitişiğindeki bir başka haberden bu sözlerin, defileyi düzenleyen dernek başkanına ait olduğunu anlıyoruz. Bir gün bekledik, Milliyet bu büyük "hata" (?) için ne diyecek diye… Sonuç: Ertesi günkü Milliyet'te "hata"dan hiç bahis yoktu.
Haber çoğu gazetede vardı ama Milliyet gibi manşete çekeni yoktu… Sevgi Yağmuru Yardım Derneği'nin 1500 dolar karşılığında kiraladığı Devlet Konukevi'nde 3 Haziran'da gerçekleştireceği "tesettür defilesi"ni Milliyet, "Münevver Hanım himayesinde" manşetiyle duyurmuştu. Sunuştan, gazetenin bu işten hiç mutlu olmadığını sezmemek imkânsızdı. Alt başlıkta "Atatürk'ün Cumhuriyet baloları düzenlediği Ankara Palas'ta (Devlet Konukevi), tesettür kıyafetlerinin de sergileneceği defile yapılacak" denerek "mekân"ın kutsallığına özellikle dikkat çekiliyordu. Haberi Hürriyet ve Sabah da benzer bir hassasiyetle vermişti. Sabah "Kamusal gerginlik davetiyesi" başlığını kullanırken, Hürriyet "Devlet Konukevi'nde tesettür defilesi"ni tercih etmişti. Hiç kuşkusuz "hassasiyet"in önemli bir bölümü meseleye Münevver Arınç'ın adının da karışmış olmasından geliyordu. Hürriyet, defileyi düzenleyen derneğin başkanlığını Arınç'ın yaptığını söylüyordu. Biraz sonra ayrıntısını da göreceğimiz gibi, Milliyet Arınç'la görüşmüş, ondan defile konusunda uzun bir beyanat almıştı. Sabah'ın haberine eşlik eden bir çerçevede ise Münevver Arınç'ın, Sabah'a, "Benim bu dernekle fiilen hiçbir bağlantım yok. Defile benim himayemde düzenlenmiyor. Benimle ilgisi de yoktur" dediği belirtiliyordu. Peki bu nasıl oluyordu? Münevver Arınç kendisine başvuran Sabah'a öyle derken, "Milliyet'in sorularını yanıtlayan Arınç" nasıl bütün ayrıntılarıyla "düzenledikleri" defileyi anlatıyordu? Milliyet'in manşet haberini ve ona bitişik, "Arınç manevi annemiz" başlıklı, Semra Kardeşoğlu imzalı haberi birlikte okuyunca mesele anlaşılır gibi oluyordu. "Arınç manevi annemiz" başlıklı haberde, defileyi düzenleyen derneğin başkanı Handan Güller'in şu sözlerini okuyun: "(Tesettürlülerin yanında) askılı elbise giyen ve takı sunan mankenler de yer alacak. Toplumda bu konuda nasıl muhabbet varsa, o muhabbeti defileye de yansıtmak istedik." Bunları, Saliha Çolak imzalı manşet haberde, "Milliyet'in sorularını yanıtlayan Münever Arınç"ın sözleriyle kıyaslayın: "Tesettürle açık kıyafetler birlikte sunulacak. Toplumda bu konuda nasıl muhabbet varsa, o muhabbeti defileye de yansıtmak istedik." "Nasıl oluyor?" diye mi soruyorsunuz… Bizce "muhabbet" şudur: Derneğin başkanı, "Arınç manevi annemiz" deyince, Milliyet'çiler "annesi kızından farklı konuşmaz nasıl olsa, aynı şeyleri ona da söyletelim" demişlerdir… O kadar da olmaz mı diyorsunuz? O zaman Milliyet'çiler doğrusunu açıklasın, bizim kafamız daha fazlasına çalışmıyor. Ertesi gün de (30 Mayıs) baktım Milliyet'e… Arınç'ın avukatının gönderdiği açıklamayı mecburen koymuşlar. Açıklamadaki şu 10 kelime bize yeter: "Arınç, bilgisi dışında ve yanlış olarak yayımlanan bu tür haberlerin…" Yani? Yanisi şu: Münevver Arınç'ın Milliyet'e konuşması diye bir şey yoktur. Öyle olsaydı uysal uysal o açıklamayı koyarlar mıydı sayfalarına? Tam tersine, "Bir gün once sorularımızı cevapladı, şimdi inkâr ediyor" diye bağırmazlar mıydı? Valla yarınki Milliyet'i dört gözle bekleyeceğiz… Çünkü Pazartesi günleri "Ombudsman" sayfası var. Bakalım Yavuz Baydar manşetteki o garip şeyi ne tür bir "virüs"le açıklayacak? (A.G.)
'Oturma şekli' meğer 'yaşlı' gazetecileri de tedirgin etmiş Hatırlayacaksınız, Hürriyet ve Akşam'ın, birkaç gün önce Kronik Medya'ya da konuk ettiğimiz hoş haberleri, "AKP'liler"in yeni geliştirdikleri "Helal-Selamlık" formülüyle "Bir kadın bir erkek şeklindeki oturma düzenini iki kadın iki erkek şeklinde değiştirdikleri" konu ediyordu. Olay, "Hayrünisa Gül'ün ev sahipliği yaptığı tarihi opera binasındaki Devlet Halk Dansları Topluluğu'nun gösterisinde" yaşanmış, bu oturma düzeninin "tesadüfi olmadığı, bir gün sonra bir başka davette tekrarlanmasıyla ortaya çıkmış"tı. 27 Mayıs tarihli Kronik Medya'da bu oturma düzenini "iki kadın iki erkek" diye tanımlamanın doğru olmadığnı söylemiş, doğru tanımı yapmış, "yeni oturma şekli" hakkındaki görüşümüzü de şöyle toparlamıştık: "Demek ki bu yeni 'oturma şekli'nin aslı şöyle: 'Bir erkek, bir kadın; bir kadın bir erkek'... Yani özetle, herkesin yıllardır bildiği tanıdığı (ve özellikle sinema salonunda tercih edilen) bir 'şekil'le karşı karşıyayız: Her kadının yanına kocası, diğer tarafına da bir başka kadın ve kocası oturuyor." Doğrusu biz, bu haberlerin "gırgır" peşinde koşan nispeten tecrübesiz "genç" gazetecilerin elinden çıktığını düşünerek, başlığımızı onlara hitaben ve son günlerin tedirginlik yaratan manşetine nazire "Genç gazeteciler' de 'oturma şekli'nden rahatsız" diye atmıştık... Yanılmışız... "Yaşlı" gazeteciler daha da rahatsızmış... Hürriyet Yazıişleri Müdürü Tufan Türenç, haberin çıktığı gün yazdığı yazıda belirtmiş tedirginliğini ve biz kaçırmışız... Türenç, "Olağanüstü cince bir çözüm" dediği bu yeni "oturma biçimi"ni icat edenlerin "cumhuriyet hükümeti" olamayacağını ilan etmiş daha o gün: "Hiç kuşkusuz bu kafanın devlet yönetimine nasıl yansıyacağını kestirmek hiç de zor değil. İşte Türkiye'deki rahatsızlık bu çağdışı anlayışa karşı duyulmaktadır. (...) Hükümetlerini her lafın başında 'cumhuriyet hükümeti' diye tanımlamakla olmuyor bu işler. Esas olan cumhuriyet hükümeti gibi hareket etmek, ülkeyi cumhuriyet hükümeti sorumluluğuyla yönetmektir." Cumhuriyet'ten Hikmet Çetinkaya da 28 Mayıs tarihli yazısında belirtiyor rahatsızlığını: "AKP iktidarı 80 yıllık laik, demokratik Cumhuriyetin protokolünü bir kenara itiyor, tıpkı İran'daki 'mollalar protokolü'nün bir benzerini Abdullah Gül'ün eşi Hayrünisa Hanım'la yaşama geçiriyordu..." Hürriyet'teki "Harem-selamlık değil, helal-selamlık" başlıklı haberi okuduğumuz gün, gazetenin yazıişleri müdürünün köşesini de okusaymışız, kusuru "genç gazeteciler"de arama yanlışına düşmeyecekmişiz... Son olarak Tufan Türenç'e bir sorumuz var: Gazetenizde o haberin yayımlandığı gün, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, haberinizi hatırlatan televizyon muhabirlerine "Eşimin yanında Cemil Çiçek oturuyordu" açıklamasını yaptı. Oysa fotoğraf, Hayrünisa Gül'ün sol omuzundan itibaren kadrajlanmıştı ve dolayısıyla yanında kimin oturduğu belli olmuyordu. Merak ediyoruz, oradaki kadraj sanatlamasında sizin dahliniz nedir acaba? (A.G.) Yahu yapmayın, savaş bu silahlar yüzünden çıkmamış mıydı?
Tesadüf bu ya, haberle önce Sabah'ta karşılaştık. İçeride "Dünya Raporu" başlıklı sayfanın bir köşesine sıkışmış mini mininacık bir haber... Ayrılan yer mini minnacık ama haberin konusu bir "bomba"ydı! Hem de öyle bir "bomba" ki, Irak savaşı boyunca gazetelerimizin ağızları sulanarak her gün önümüze getirdikleri "Bütün Bombaların Anası"ndan daha dehşetli bir şey... Sabah'ta yer alan bu mini minnacık haberin başlığı şöyleydi: "Tek bahane yasak silahlardı". ABD Savunma Bakan Yardımcısı "Paul", Irak'ta bulunan kitle imha silahları tehdidinin savaşa karşı uluslararası desteği alabilmek ve kendilerini haklı göstermek amacıyla öne çıkarıldığını söylüyordu. Haziran'da piyasaya çıkacak olan Vanity Fair dergisine konuşan "Paul", "Bürokratik nedenlerle bu konu üzerinde yoğunlaştık. Çünkü herkesin üzerinde uzlaşabiliceği tek neden buydu' diyordu. Allahım bu nasıl bir haber bu böyle?! Yani şimdi, bütün dünya kamuoyu "Paul"ün kafadan uydurduğu "kitle imha silahları tehditi" ile aldatılmış mıydı? Biz Türkiye'de yaşayanlar "Saddam'ın kimyasal başlıklı füzeleri acaba Ankara'yı da vurur mu?" diye kara kara düşünmemiş miydik? Demek hepsi bir kuruntudan ibaretmiş, çünkü Irak'ın elinde kitle imha silahları bulundurduğu iddiası (biliyorsunuz bu iddia ABD ve İngiltere açısından birinci dereceden "casus belli"ydi) asılsız bir iddia, hatta yalanmış... Meğerse, BM Güvenlik Konseyi'ndeki "silah denetçileri"nin yaptığı açıklamaları heyecanla izleyen biz dünya vatandaşları açıkça aldatılmış, bizimle basbayağı alay edilmiş... (Görüyorsunuz "casus"un kim olduğu şimdi "belli" oldu!) Önümüzde duran gazete yığınında Sabah'tan sonra en üstte yer alan gazete Yeni Şafak'tı. Gazetemiz haberin hakkını yememiş, 8. sayfanın manşetini şöyle atmıştı: "Meğer hepsi yalanmış!" Yeni Şafak'ın haberinden ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in de benzer bir açıklama yaptığını öğreniyorduk. Artık aileden birisi sayılan bu kişi de, Irak'ın savaş sırasında neden kimyasal silah kullanmadığını bilmediğini, Irak'ın savaştan önce kimyasal ve biyolojik silahlarını yok etmiş olma ihtimalinin bulunduğunu söylüyordu. Mesele anlaşılmıştı; bu kafadarlar başbaşa verip, "silah denetçileri"nin "Irak'ta bu silahların izine rastlamadık" şeklindeki kesin açıklamalarına rağmen, dünyanın tamamını aldatmışlardı... Sonra göz atılma sırası diğer gazetelere geldi. Fakat o da ne! Yok yok yok.... Ne Hürriyet'te, ne Milliyet'te, ne dünden bugüne Tercüman'da ve hatta ne de Radikal'de (?) "Paul"ün ve Rumsfeld'in "ilginç" açıklamalarından en ufak bir iz yoktu.... Hatta içlerinden biri (sanki sırf inadına olsun diye!), İngiliz The Guardian gazetesinin "kepazelik" olarak nitelediği bu açıklamalar yerine "Blair'e Basra'da sıcak karşılama" başlığını atmıştı! Daha sonra pek tabii olarak merak ettik; acaba bu haber hangi gazetelerde yer alıyordu? İşte sonuç: Bu "bomba gibi haber", Yeni Şafak ve Sabah dışında, Cumhuriyet, Zaman ve Vatan'da yer alıyordu. Ve belki inanmayacaksınız ama Irak savaşı boyunca elinden geleni esirgemeyen Vatan ne yapmıştı biliyor musunuz? "Paul" ve Rumsfeld'in açıklamalarını "Yüzyılın yalanı" başlığıyla manşete taşımıştı... Çok hoş, çok yerinde, çok güzel bir habercilik tabii ki... Vatan bu manşeti atar da Güngör Mengi boş durur mu? Vatan başyazarı da, hemen her zaman olduğu gibi, başyazısını "Yalan savaş" başlığı altında bu "yalan"ı değerlendirmeye ayırmıştı. Yazısının bir yerinde Mengi şöyle diyordu: "Dünya, savaşın ilk gününden bu yana ABD'nin iddiasını kanıtlamasını bekliyor. Vicdanlar iğrenç bir yalanla kandırılmadığını bilmek istiyor." Doğru, gerçekten çok "iğrenç" bir yalan bu... Ne dersiniz, "Paul" ve şürekası ile arkadaşlığı bayağı ilerletenlere "Hadi bakalım iş başına!" demenin tam zamanı değil mi?! Bize sorarsanız, bir başka büyük "yalan" da yolda, deriz.... Neden mi söz ediyoruz? Çok basit: Saddam'ın ne olduğunu, nerede olduğunu, adından sanki M.Ö. yaşamış bir şahsiyet gibi artık niçin hiç söz edilmediğini bilen var mı aranızda?! Bekleyelim be, "Paul"ün belki bu konuda söyleyecekleri de vardır... (K.B.) Bir başlık bir kattan diğer kata inerken ancak bu kadar değişebilir!
29 Mayıs tarihli Hürriyet'in manşetini çok açık bir ifade süslüyordu: "Getirin önce MGK'da bakalım". Kimin "Getirin" dediğini ve kimin getireceğini tahmin etmişsinizdir mutlaka. Gazete "Gündeminde olmamasına rağmen MGK dün AB'ye uyum paketini ele aldı. Askerler itirazı sürdürünce, paket akşam Bakanlar Kurulu'nda görüşülmedi" dediğine göre durum apaçık: "Getirin" diyenler MGK'nın "Asker" kanatı, getirecek olan da hükümet.... Hürriyet bu güzel manşetini bir de patlangaç ile süslemiş: "6. Uyum paketine askerden fren". Ne diyebiliriz, demek ki bir gün öncesinin MGK toplantısındaki hava buymuş ve Hürriyet de bunu manşete taşımış. Nitekim Milliyet gazetesi de benzer bir başlık kullanmış: "AB paketine MGK freni". Gördüğünüz gibi "fren" sözcüğü iki gazetenin de ortak tercihi. Şimdi de gelelim, İkitelli'de üzerinde "Milliyet" yazan yüksek binanın bir iki katını işgal eden Radikal'in konuyla ilgili haberine: Hayret, Radikal bir gün önceki MGK toplantısına hâkim olan havayı iki büyük biraderin yansıttığından bambaşka bir biçimde aktarıyor: "MGK'dan AB vizesi çıktı". Okurlar açısından bu kadarı da fazla doğrusu! Yahu nedir bu işin aslı Allah aşkına? Bir gün önceki MGK toplantısından "AB paketi"ne "fren" mi çıktı, yoksa "vize" mi? Sorunun cevabı malûm: Hürriyet ve Milliyet okurları açısından durum iyi değil, çünkü MGK'nın "Asker" kanadı hükümetin paketine "fren" yapmakla meşgul.... Dolayısıyla, bu gazetelerin okurları ülkede olup bitenleri bugün de "karamsar" bir bakışla değerlendirecekler... Oysa Radikal okurlarının 29 Mayıs Perşembe günkü ruh halleri de tamamen farklı. MGK hükümetin paketine "vize" verdiğine göre durum sanki iyiye gidiyor gibi... Yalan değil, gerçekten de bu Türk okuru ne talihsiz bir okur böyle.... Öyle bir "basın dünyası" ki, belirli bir olaya ilişkin bir haber başlığı aynı binada bir kattan diğerine inerken ya da çıkarken bile öyle büyük değişiklik geçiriyor ki, inanılır gibi değil! Peki bizim gibi her gün bir düzine gazeteye göz atanlar ne yapsın; önlerine gelen birbiriyle çelişkili bu başlıklar arasında hangisini tercih etsin? Bu soruyu cevaplamak bu sayfanın işi değil ama madem ki laf açıldı o halde cevaplayalım: Biz de birçoğunuz gibi bu ülkede demokrasinin gelişerek yaşayacağı konusunda "iyimser" olduğumuzdan, bunun tabii bir sonucu olarak Radikal seçeneğini işaretliyoruz! (K.B.) 'Popüler tarih'te dalak yarmaca! Hürriyet'in (28 Mayıs) birinci sayfasından aktarıyoruz: "BİZANS KOYUN KAVGASI YÜZÜNDEN YI-KILMIŞ... 1452'nin Ağustos'unda, Bizanslı çobanlardan koyun satın almak isteyen Osmanlı askerleri ile Bizanslılar'ın arasında patlak veren kavga İstanbul'un fethiyle sonuçlandı. (Hürriyet TARİH, Hürriyet ile birlikte 500 bin TL.)"
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |