|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ortalık biraz daha yatışmaya başlarken Avrupa Birliği meselesine, Kıbrıs'a, Türkiye'yi bekleyen uzun ince yola ve üyelik sürecine sükunetle yeniden bakalım. Sükunetle bakalım çünkü, hem Türkiye'nin yolunu açacak hem de Kıbrıs'ı rahatlatacak öneriler ortaya atıldığında; öküzün altında buzağı arayanlar "çözüm diyorsan kesinlikle Kıbrıs'ı satacaksın" diyebilme cesareti bulamasın. Ne kimsenin Kıbrıs'ı satmaya ve aslında ne de karşıdakilerin böyle bir kelepir alışverişe niyeti vardır. Kimse elindeki toprağı verecek kadar enayi olmadığı gibi Avrupa da gözünü Kıbrıs Türk'ünün malına dikmiş değildir. İstenen iki toplumun el sıkışmasıdır ve bu da en çok bizim işimize yarayacaktır. Son gelişmeler ışığında durum şudur… 1-) Avrupa Birliği Komisyonu ister "ön şart" olarak anlaşılsın ister başka türlü; AB'nin Kıbrıs'a verdiği önemi açıkça ortaya koymuştur. Kıbrıs'ta çözümsüzlüğün Türkiye'nin AB üyeliğinin önünde engel teşkil edebileceği besbellidir. Bunun için bir rapor yazılmasına gerek yoktur. 2-) Buraya dikkat… Kıbrıs'ı şu veya bu şekilde çözmek de AB üyeliğini veya müzakerelere başlamayı garanti etmemektedir. Ama çözmemek, üyelik sürecinin tıkanmasını ve müzakere tarihi alamamayı garantilemek demektir. 3-) AB'nin Kıbrıs şartı ileri sürmesi hiç de sanıldığı gibi kendimizi yerden yere vurmamıza neden olacak bir felaket haberi değildir. Tersine avantajdır. Türkiye hükümeti de zaten Kıbrıs'ta bir çözüm istediği hatta Annan Planı'nı referans olarak kabul ettiğini defalarca ilan etmiştir. Bu durumda Ankara'nın yapacağı tek ve akıllıca şey kamuoyuna her ne kadar "AB başka Kıbrıs başka" dese de perde arkasında iki unsuru aynı kaba koymaktadır. Müzakere tarihinin ucunu görüp Kıbrıs'ta çözüm yoluna girmek en mantıklı politika olacaktır. 4-) "Çözüm yoluna girmek" demek Kıbrıs'ı vermek değildir. Masadaki Annan Planı Türk Kesimi'ne Denktaş'ın istediği kadar yani; yüzde 29'un üzerinde toprak vermektedir. Bütün Kıbrıs sahilinin yarıdan fazlasını Türkler'e bırakmaktadır. Rumlar'a sadece yüzde 35 civarında sahil kalmaktadır. Bir devleti ve toplumu var eden, uluslararası alanda tanımlayan unsurların başında gelen "egemenlik, eşitlik ve kuruculuk hukuku"nda herşey eşittir. Yani, kimse kimseye bir şey satmamaktadır. 5-) Çözüme karşı gerekçe olarak tekrarlanan 40 bin civarında Türk'ün yerinden olacağı ve göç etmek zorunda kalacağı bir gerçektir. Ama bu her şartta kaçınılmazdır. 29 artı şartıyla, Ada'da bağımsız devlet kurulsa bile göç edenlerin sayısı 50 binden aşağı olmayacaktır. 6-) Rumlar böyle bir çözümden korkmaktadırlar. Çünkü, halen de facto sahip oldukları hak ve avantajları paylaşmak zorunda kalacaklardır. Bu durum Türkiye için çok büyük bir diplomatik imkan demektir. Ancak, aynı şekilde Denktaş da çözümü istemediği için ustalıklı bir şekilde müzakereleri sonuçsuzluğa sürüklemiştir. Tabiî ki bu konuda tek suçlu Denktaş değildir. Kendi ifadesiyle "Ankara'nın dediğini" yapmakta ve işler sarpa sardığında da "bana imzala derlerse kendilerine yeni bir müzakereci bulmaları gerekir" diyerek artık deşifre olan bir kısır formülü tekrarlayıp durmaktadır. 7 -) Son söz, Kıbrıs'a hâlâ eskimiş bilgilerle bakanlara… Denktaş da nihayet bu toprağın insan ve politikacı malzemesinin bir örneğidir. Çağdaşı Türk politikacılar gibi i başarıları da olmuştur, başarısızlıkları da. Geride bıraktığımız 35 yılda Türkiye'de gelip geçen liderleri hatırlayalım. Onların bir noktadan sonra ülkenin sırtına yük haline geldiklerini, toplumun önünü tıkadıklarını ve kısacası siyaseten tükendiklerini kabul edebiliyoruz da böyle bir şeyi Denktaş'a neden yakıştıramıyoruz. 1990'ların başına kadar başarılı bir siyaset izleyen Denktaş'ın o günden sonra kendini yenileyemediği ve değişen dengeleri algılayamadığı ve yahut da algılamak istemediği çok mu korkunç gerçektir?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |