|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İki seçilmiş Türk gazeteci, 'Efendi'yi haklı buluyor, 'çanak' sorular soruyor, Efendi'nin haksızlığını ortaya çıkaracak hiçbir konuya temas etmiyorlardı. Bunu niçin yapıyor olabilirler? Elli yıllık köklü bir stratejik ortaklığın, derin bir kader birliğinin zedelenmemesi için, elbette! İstanbul ve Ankara'da nicedir Sodom ve Gomore'yi yaşıyoruz. Ahd-ı Atik'in değil, Yakup Kadri'nin Sodom ve Gomore'sini: 1920'lerin işgal 'İstanbul'unu. İki Türk gazeteci bir emirle Washington'a çağrılıyor ve hükümet, genelkurmay, TBMM dahil bütün Türk milleti alenen azarlanıyor, aşağılanıyor. Hangi hakla? Saddam'ı dize getirmiş bir galip hakkıyla! İşte Yakup Kadri'nin 75 yıl önce yazdığı romandan bugünü aksettiren bir kesit: Necdet ile arkadaşı Cemil Kâmi, Beyoğlu'nda bir lokantaya giderler. Bir İngiliz subay, üstüne vazife olmadığı halde, başlarındaki fesi çıkarmalarını ister. Necdet hayret ve hiddetle tepki gösterir: Ne hakla? Cevap: "Bir galip hakkıyla!" Subayları bırakın, işgal 'İstanbul'unun ecnebi kokonaları bile şehirde bir galip tafrasıyla dolaşmaktadırlar. "Bunlardan kimi bir amiral, kimi bir general karısı idi; kimi de Şark'a ilk defa seyahate çıkmış bazı Amerikalı milyarderler idi ve bunlar taşıdıkları unvanlarla o kadar gururlu idiler ki, etraflarında dolaşan insanlara ve hele Türkler'e bakarken adeta bir hayvanat bahçesinde acayip kuş kafeslerini seyre çıkmış kimselerin tavırlarını takınıyorlardı." Yakup Kadri'nin kahramanları aşağılandıklarını görüyor, tepki gösteriyor, ellerinden fazla birşey gelmese de durumu kabullenmiyorlardı. Oysa "iki seçilmiş Türk gazeteci," Efendi'yi haklı buluyor, 'çanak' sorular soruyor, Efendi'nin haksızlığını ortaya çıkaracak hiçbir konuya temas etmiyorlardı. Bunu niçin yapıyor olabilirler? Elli yıllık köklü bir stratejik ortaklığın, derin bir kader birliğinin zedelenmemesi için, elbette! Peki bu ortaklık elli yılda Türkiye'ye neler kazandırmıştı? İşte "kırk yıllık gazeteci" Çetin Altan'ın cevabı: "1945 sonrasında, yani Soğuk Savaş dönemini kapsayan 50 yıllık dönemde, Ankara-Washington ilişkilerinin bilimsel bir analizi yapılmadı. TSK'nın Pentagon'la aşırı bütünleşmesinin Türkiye'ye sağladığı yarar ve zararlar, ayrıntılarıyla incelenmedi. İncelenebilmiş olsaydı, Wolfowitz, ABD ile olan ilişkilerin yeniden düzelmesi için, Türkiye'den "hata yaptık" demesini isteyemezdi. Hoş, Ankara hiçbir zaman saydamlaşmayı ve kendi gerçekleriyle yüz yüze gelebilmeyi göze alamadı. Aslını isterseniz Soğuk Savaş yıllarında ABD, Türkiye'nin 20 sente muhtaç, bir tarım ülkesi olarak kalmasını istedi; ülke içinde dilediği gibi üsler kurabileceği, militerleriyle rahatça özdeşleşmiş, yoksul bir ülke olarak kalmasını... Bu tutuma şu veya bu şekilde karşı çıkanların tümü de, cezalandırıldı Türkiye'de. Darbeler darbeleri, idamlar idamları, tutuklamalar tutuklamaları, mahkumiyetler mahkumiyetleri izledi. O sıralarda Cumhurbaşkanı Cevdet Paşa: 'ABD'yi eleştirmenin anlamı mı var; donumuza kadar her şeyimizi ABD veriyor' diyordu. Pentagon ise bir Türk neferinin kendisine çok ucuza, 23 sente mal olduğunu açıklıyordu. 1947'de ABD'nin Türkiye'de başlattığı karayolları seferberliği ile, demir ve denizyolları unutuldu. ABD ile olan ilişkilerin, neden ekonomik alana yansıtılmadığı ve sadece askeri alanda kaldığı da çıkacaktır ortaya; Wolfowitz ve benzeri şahinlerin, durmadan "demokrasi"den söz ettikleri halde, neden Türkiye'deki "ekonomik cılızlıktan, yerinde infazlardan, filistin askılarından, güdümlü hukuktan" söz etmedikleri ve sadece orduyu lider konumunda gördükleri de." (Milliyet, 8 Mayıs 2003.) Neo-con'ların Türkiye'yi Irak veya Afganistan'la; Türk hükümetini, genelkurmayını ve hele hele 'Milli Meclis'ini ilkel Taliban yahut despot Saddam'la karıştırmaları (bizim yakadan) elli yıllık hesapsızlık ve (karşı yakadan) geçici bir sarhoşlukla izah edilebilse de; seçilmiş gazetecilerin onursuz Amerikancılığı kolay izah edilemez. Abdullah Gül, başbakanlığı sırasında Amerikan şahinlerinin Türk basını için 200 milyon dolar tahsis ettiklerini ağzından kaçırmış olsa bile, bu tür ilişkileri sadece kişisel çıkarlarla açıklamak bana ikna edici gelmiyor. Daha derin, daha 'mistik', daha âşıkâne bağlar olduğunu tahmin ediyorum. Yakup Kadri, kendi Sodom ve Gomore'sini tasvir ederken Ahd-ı Atik'e müracaat ediyordu: "Her fahişeye ücret verirler, lakin âşıklarının cümlesine sen ücret verirsin ve her taraftan gelip senin ile zina etmeleri için onlara rüşvet verirsin." (Hezekiyal 16)
Türkiye "serseri devlet" midir?
Amerikalılar'ın tehditkâr tutumları aslında yeni birşey değil. Çabucak unuttuk ama, yedi yıl önce piyasaya sürdükleri 'serseri devlet' tarifine Türkiye'yi de dahil etmişlerdi. O zamanlar gene Yeni Şafak'ta yazdığım bir yazıyı aynen sunuyorum: Hırçınlık zaaf belirtisidir. ABD, dünya sistemi içindeki nispî de olsa hissedilir gerilemesini geciktirmek için kaba güce sığınıyor artık: Baskı, yıldırma ve fırsat düştüğünde bombalama... Ne var ki, attığı her adım "counterproductive," yani tam aksi sonuçlar doğurucu niteliktedir. Aralarına zaman zaman Türkiye'nin de dahil edildiği birtakım devletler için kullanılan "serserî" sıfatı sonunda kendi üzerinde kalacaktır. Bunun birkaç sebebi var. Birincisi, Soğuk Savaş sonrası temel çatışma alanı, Huntington ve benzeri tezgâhtarların ileri sürdüğü gibi Doğu-Batı çatışması değil, bizzat Batı-Batı çatışmasıdır. Bu çatışma uzun bir zaman sadece ekonomik alanla sınırlanabilir. ABD, askerî gücünü öne sürerek, Batı Avrupa'nın ekonomik ve siyasal genişlemesini denetim altında tutmaya, dolayısıyla Avrupa şirketlerinin birtakım pazarlardaki faaliyet ve kazançlarını sınırlamaya çalışacaktır. Yeni NATO'nun hikmet-i vücudu büyük ölçüde budur. Atlantik İttifakı, ABD'nin Avrasya'yı iki kanadının (batıda AB, doğuda Çin) kontrolünden uzak tutma girişimidir artık. Her iki kanat kendi askerî güçlerini pekiştirinceye, özellikle bir Avrupa ordusu kuruluncaya kadar, ABD'nin kabadayılık gösterilerine engel olunamayacaktır. İkinci önemli çatışma alanı, yeni bölgesel güçlerle Batı (münhasıran ABD) arasındaki çıkar çelişkisinin eseridir. ABD, son çeyrek yüzyılda hissedilir bir ekonomik gelişme gösteren Çin, Hindistan, Türkiye gibi ülkeler ile; siyasî bakımdan uzlaşmada zorlandığı İran, Irak, Libya gibi ülkeleri aslında kendisiyle "zararına bir ittifaka" zorlamakta, yan çizmeleri durumunda ağır bir bedel ödeyecekleri tehdidini savurmaktadır. Daha çapraşık bir mesele, ABD'nin Batılı rakipleriyle potansiyel Doğulu "düşmanları" arasında kurulması muhtemel ittifaklardır. (İran'ın da, Türkiye'nin de en büyük ticaret partnerinin Almanya olduğunu hatırlayalım. Almanya aynı zamanda Orta Asya cumhuriyetleriyle en fazla ticaret yapan ülkedir!) Bölgesel güçleri tek tek "harcamak" suretiyle, ABD bir taşla iki kuş vurmakta, Batılı rakiplerinin manevra alanlarını daraltmış olmaktadır. ABD Başkanı'nın danışmanları şu sıralar harıl harıl "serserî devlet" üretmekle meşguller. Kimlerdir bunlar? Bir Türk gazetecinin cevabındaki belagate bakın: "Serbest pazar ekonomisine yönelik küresel reformu engelleme tehdidi oluşturan, kitle imha silahları temin ederek askerî güçlerini arttırmaya çalışan saldırgan ve küstah devletler." (Z. Doğan: "Türkiye serseri devlet olabilir," Milliyet, 26 Ağustos 1996.) İki gruba ayrılıyorlarmış: Katıksız serserî devletler: İran, Irak, Libya, Suriye ve Kuzey Kore. Müstakbel serserî devletler: Çin, Mısır, Hindistan, Pakistan, Güney Kore, Tayvan ve Türkiye. İlk grupta yer alan beş ülkenin dördü Ortadoğu'da, yani dünya petrol rezervlerinin üçte ikisinin bulunduğu bölgededir. Hiçbirinin (her ne demekse!) serbest pazar ekonomisine yönelik küresel reforma engel teşkil etmesi söz konusu değil; bir kısmının askerî güç peşinde koşması da. Yani serserilik kriteri sadece ABD'nin buyruklarına bir ölçüde yan çizilmesidir. Bu derece öznel bir değerlendirmenin, nalıncı keseri gibi hep kendine yontan bir yaklaşımın Uluslararası Topluluk (?) tarafından sürgit kabul edilmesi mümkün değildir. Değildir ama, ABD kraldan fazla kralcılar sayesinde hegemonik konumunu sürdürmekte fazla zorluk da çekmemektedir. Mesela Türkiye, İMKB eski başkanı Muharrem Karslı'nın deyişiyle, "Amerika'dan fazla Amerikancı" bir medyanın sultası altında bulunduğundan, ABD avukatları adeta birbirleriyle yarış halindedirler. Onlar için ne kendi ülkelerinin çıkarları önemlidir, ne de birçok masum ülke insanlarının ıstırabı. Önemli olan, ABD'nin fiilî yaptırım gücüdür. Bir de lâiklik ve küresel değerler! Karslı, doğalgaz boru hattı vesilesiyle Türkiye ile İran arasında boyvermekte olan ekonomik yakınlaşmaya tepki gösterenleri şöyle tasvir ediyor: "Medyanın bir bölümü doğal gaz anlaşmasına Amerika'dan fazla Amerikancı bir tepki gösterdi. Üstelik bunlar arasında bir sürü 68'li geçinen var. 68'lerde bendeniz biraz Amerikancıydım. Aradan geçen yıllar içinde yaşadıklarımdan, gördüklerimden, okuduklarımdan sonra hayli 68'lileştim. Buna karşılık pekçok 68'li sırılsıklam Amerikancı kesildi." Netice? 1. Serserî, Amerikancı olmayandır. Veya, gerçek 68'li. 2. Bugünün Amerikancıları çoğunlukla eski tüfek solculardır. 3. Amerikancılığı eskiden ülke çıkarları sebebiyle tercih etmiş olanlar "yaşayıp gördükçe ve okudukça", serseriliğe daha yatkın hale gelmektedirler. Serserilik asalettir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |