AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Ne mutlu ol mâhilere ki deryayı bilmezler!

Kudema insanın iki köklü yetiye sahip olduğunu kabul ederlerdi: "kuvve-i âkile" ve "kuvve-i âmile"... Biri bilme/akletme yetisi, diğeri eyleme yetisi...

İnsan-oğlu akleden ve eyleyen bir varlık olarak varlıklar arasındaki müstesna yerini alabilecek tek canlıdır. 'Alabilecek' diyorum; zira bu temel istidadlarını kuvveden fiile çıkar(a)madıkça insan-oğlu 'insan' makamına yükselemez. "Eşref-i mahlukât" sınıfına mensup olanların şerefçe imtiyazı 'fiil' itibariyle değil, 'kuvve' itibariyledir; dolayısıyla 'eşrefiyet' (en yukarıda olmak) tahakkuk etmemiş, ancak edebilecek bir haktır.

En yukarıda olanlar düştüler mi en aşağıya düşerler; "hayvan-ı gayr-ı nâtık" (akledemeyen canlılar) değil, ancak "hayvan-ı nâtık" (akledebilen canlı) olan insan-oğlu eşref-i mahlukattır ve bu nedenle sadece o hayvanlardan da aşağıya inebilir. Diğer hayvanlar hayvaniyetten daha aşağılara inemezler ama insan-oğlu inebilir; tıpkı daha yukarı çıkabileceği gibi. (İyice düşünmeli ve "eşref-i mahlukât"ın da, "belhum adall"in de sırrı burada aranmalı.)

İnsan-oğlu bilir ve eyler.

Niçin?

Özü gereği. İnsan-oğlu özü gereği bilir ve eyler. Özünü, bilmek ve eylemek ile gerçekleştirir; bilip eyledikçe 'insan' olur. İlmin de sanatın da sebebi ve menşei yine insanın özündedir. İnsandan özge değil, insana özgüdür. Dışarıda değil, insanda aramalı bilmenin de, eylemenin de sırrını.

Dünkü yazımızda 'mütefekkir' ile 'sanatçı' arasındaki farkın, "Sanatçı yapar ama yaptığını açıklayamaz; mütefekkir ise yapmaz ama yapılanı açıklar!" yargısından hareketle açıklık kazanabileceğini söylemiştik.

Mütefekkir ile sanatçı arasındaki farkı anlayabilmek için dikkatimizi edebiyatçı ile edebiyat tarihçisi arasındaki farka yöneltebiliriz. Sözgelimi hem iyi bir şair ya da hikayeci veya romancı, hem de iyi bir edebiyat tarihçisi veya kuramcısı olan kaç kişi vardır (var mıdır)? Burada "iyi' sözcüğünün hakkını vermeli ve mesela şairin şiir tarihine veya kuramlarına dair malumatının, hem de kuvvetli bir malumatının ol(a)mayacağının îma edilmediği görülmeli.

Şair kendi şiirinin kuramını yazamaz, belki mübhem bir şekilde işaret edebilir. Üslubuna, tarzına, edasına dair birşeyler söylemeye çalışır ama aslâ şiiriyle söyleyebildiğini şiirinin dışına çıkarak söyleyemez. Çünkü iyi bir şair, iyi bir şiir kuramcısı ya da tarihçisi olmadığı için iyi bir şairdir. Şair, başka şekilde söyleyemediği içindir ki söyleyebileceklerini şiiriyle söyler. Söylemeyi deneyebiliyor ve söylüyor, söyleyebiliyorsa, söyleyebileceklerini söylemeye şiiri kâfi gelmiyor demektir. Bu takdirde ona nasıl "iyi bir şair" diyebiliriz ki?!?

Şiirin kitabını, Poetika'yı kim yazdı? Şiir yazamayan biri! Aristotales yazabilseydi şiirin kitabını yazmaz, şiir yazardı. Hölderlin şiir yazdı, şiir üstüne değil! Heidegger ise şiir yazamadı; Hölderlin şiiri üzerine yazmakla yetindi. Çünkü ilki şair, ikincisi filozoftu. Keza Cemil Meriç roman üstüne yazdı; çünkü roman yazamadı. Necip Fazıl'ın şiiri ile şiir hakkında yazdıkları (Poetikası) için de bu yargı geçerlidir.

Sanatın diğer dallarından da misaller bulabilirsiniz. Bu yargı, mesela müzisyenler için de geçerlidir. Kimse Neyzen Tevfik'in, şayet bu ismi münasip bulmadıysanız, mesela Niyazi Sayın'ın ney üzerine —ney üflediği düzeyde— konuşabileceğini veya yazabileceğini sanmasın. Beşir Ayvazoğlu yazdı; hem de çok güzel yazdı; zira neyzen değildi. Cem Behar'ın müzisyen tarafını (ney üflediğini) biliyorum; ama musiki üzerine üstelik fevkalade de başarılı eserler veren Behar, —nezaketsizlik olarak telakki edilmesin lütfen!— gerçekte müzisyen olmadığı için yazdı, yazabildi. Merhum Cinuçen Tanrıkorur'a gelince, müziği ile müzik hakkında yazdıklarını mukayese etmeli ve öyle değerlendirme yapmalı. (Hep söylerim, Türkçe konuşmak başka, Türkçe üzerine konuşmak çok daha başka. Mesela Oktay Sinanoğlu Türkçe üzerine çok yazdı; —sanırım kendisi de kabul edecektir— Türkçe üzerine yazdıklarını çok kötü bir Türkçe'yle yazdı.)

Ol mâhiler kim derya içre imişler ama deryayı bilmezler imiş. İyi güzel de deryayı (denizi) bilenler mâhi (balık) değillerdir ve olamazlar; olsa olsa balıkadam olurlar. (Ne zaman bu vecize aklıma gelse, balıklara haksızlık yapıldığını düşünürüm. Çünkü yaşamak da bir bilme tarzıdır!)

Sözün özü, gerçek sanatçılar deryadaki mâhiler gibidir ve kimsenin onlardan deryayı balıkadamlar gibi bilmelerini talep etmek hakkı yoktur. Balıkadamlara gelince, tüpleri bitince denizin dışına çıkarlar ve çıkabildikleri içindir ki yazarlar. Kimsenin de onlardan mâhiler gibi denizde ikamet etmelerini beklemek hakları yoktur.


25 Mayıs 2003
Pazar
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED