|
|
|
|
|
|
|
|
|
Canım parçalar çok sesli icra edilme niyetiyle tahammül-fersa bir kakafoniye kurban edilmektedir. Üstelik bu ameliyenin savunucuları, meseleyi çoğu zaman önlerine aldıkları bilgisayarlarla özdeşleştirmektedirler.
MEHMET RAGIP KARCI / Şair-yazar
Pir Sultan Abdal'ım aman ha aman
Okuduğunuz satırlar, Keskinli Hacı Taşan'ın, Keskin sebah adıyla şöhret bulmuş bir Pir Sultan Abdal nefesinin son kıtası. Bu nefesin çeşitli makam ve tavırlarda icra edildiği erbabınca bilinir. Muzaffer Sarısözen'in türkülerimizi derleme faaliyetleri sırasında, yahut daha sonraki yıllarda birçok türküye yapıldığı gibi bu türküye de bir tür 'sekülerleştirme' uygulaması yapılmış mıdır? Bilinmiyor. Ancak eldeki kaynaklarda birçok türkünün bu ameliyeden geçtiği belli. Bu ameliyeye:
Her seher her sabah cümbüşe gelir
redifinin "dağlar taşlar dostun adını çağırır"a çevrildiğini hemen bir yakın örnek olmak üzere zikredebiliriz. Burada 'Muhammed' yerine 'dost' söyleminin alınması, yine de bir teselli armağanı olarak kabul edilebilir. Pir Sultan Abdal nefesindeki tehlike arzettiği anlaşılan son kıtanın üçüncü mısraının yerine hangi sözlerin ikame edildiği bile belli değil. Hacı Taşan ve Musa Eroğlu dışında bunu doğru-dürüst okuyan birine de rastlamadım. Türkülerin uğradığı bu tasallut, eserin halkla olan münasebeti, daha doğrusu halka ait olması sebebiyledir. Nitekim çok sesli icra uygulamalarında da bu tasallutu görmek mümkündür. Canım parçalar çok sesli icra edilme niyetiyle tahammül-fersa bir kakafoniye kurban edilmektedir. Üstelik bu ameliyenin savunucuları, meseleyi çoğu zaman önlerine aldıkları bilgisayarlarla özdeşleştirmektedirler. Şöyle diyorlar: "Kardeşim, bu bir çağdaşlık sorunudur. Bak bu önümde duran bilgisayar, ya kullanacak, muasır medeniyetler seviyesine çıkacaksın, yahut kullanmayıp geri kalacaksın." Bu cehaletin, sömürgeci işbirliğine nasıl kolayca uyum sağladığını aydınlarımızın düşünmesi gerekir. İki el, bir baş, iki kulak adam gibi müzik içindir (bu da benim vecizem olsun). Yerli kültür değerlerinin sistem tarafından bu kadar aşağılanması, kapitalizmin bu sahaya el atmasıyla son yıllarda biraz hafiflemiş görülmektedir. Ancak yukarıda ucundan da inmeye çalıştığım mesele, okur-yazar takımının konuya ifrat, yahut tefritle yaklaşması sonucunda içinden çıkılmaz bir çukura saplanıp bırakılmış durumdadır. Bir halk müziği sanatçısı yazarımız, ülkemizde hemen herkesin hayranlığını kazanmış bir icracıya "filozof"luğu yakıştırmıştı. Bunun neticelerine dönüp bakmadığı için, sanat erbanının sanatı bırakıp felsefe temrinlerine başladığını nereden görecek? Cehalet demeye kimsenin dili varmıyor. Böyle bir tesbit, iyi niyetli bir takım gayretlere karşı nadanlık da sayılabilir. Bundan sakınmak gerektiği doğrudur da, sanat erbabının kendiği yaptığı işe biraz daha ciddiyetle yaklaşmasını istemek, bizim de hakkımız değil midir? Dinlemek için para verip kasetlerini, plaklarını alıyoruz. Seyretmek için zamanımızı ve göz nurumuzu harcıyoruz. Sevgili Orhan Hakalmaz'ın bir programını izlerken farkına vardım: Bayburtlu Zihni'nin artık herkesin bildiği "Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş" mısralarıyla başlayan koşmasının son kıtasında geçen "dehr" sözünün derd "sümbüller perişan, güller kan ağlar" olan mısraın, "bülbüller perişan, güller har ağlar" diye okuyordu. Bu yanlış, büyük ihtimal notaya alınırken yapılmıştı. Bunu Orhan Hakalmaz da sonradan doğruladı. Aradan geçen zaman zarfında ben de Bayburt Valiliği için hazırlamış olduğum Bayburtlu Zihni Divanı'ndan bir nüshayı kendisine hediye etmek üzere hazırladım. TRT'nin bir programına canlı yayına geleceğini program yapımcısı arkadaşlardan öğrendim ve stüdyoya gittim. Tanıştık. Hatta bana o arada Kocaarap ve Kadıoğlu zeybeğinden oluşan nefis bir konser de verdi. Kitabı takdim ettim. Yanlışların notaya alındığı sırasında yapıldığını ve işaret ettiğim yanlışları yapmadan icra edeceğini söyledi. Şubat ayının bir günü (hangi gün olduğu aklımda değil) sağ olsun, kitabı ve benim adımı anarak "derd" sözünü "dehr" olarak icra edeceğini canlı yayında açıkladı. Türküde "derd" sözünü "dehr" diye okudu. Ancak aynı yanlış "sümbüller pearişan, güller kan ağlar" mısraını yine "bülbüller perişan, güller har ağlar" diye sürdürdü. Hadi bakalım! Orhan Hakalmaz, ümmi bir sanatçı değil. Ayrıca lisansüstü çalışmalar yapmış ve uzun süre dersler vermiş bir sanatçımız. Bayburtlu Zihni divanını benden söz etsin diye vermediğimi beni tanıyanlar bilirler. Benim derdimin, türkülerin aslına uygun; herhangi bir yabancı ses ilave etmeden, bu toprağın asli sesine yakışır mehabet ve vekarla icra edilmesi olduğuna da yine beni tanıyanlar şehadet ederler sanıyorum. Ben de hem hoca, hem üstad bir sanatçıdan bunu beklerdim. Bir de Bayburtlu Zihni'nin divanını hiç olmazsa bir defa okumasını. Çünkü Koşmalar bölümü o divanın sonunda var. O şiir de... O şiirin son kıtasının doğrusu şöyledir:
Zihni dehr elinden her zaman ağlar
Eskiden bu hatalar, ev dost meclislerinde olsa ehil ve erbab tarafından hemen olmasa da bir başka zaman ve bir başka vesile ile düzeltilirdi. Canlı yayın sırasında bunu yapmak imkanımız yoktu. Niyetim sayın Hakalmaz'ın kendisine ulaşıp meramımı arz niyetiyle açtığım telefonlara program yaptığı televizyonun santralindeki arkadaşlardan olumlu cevap almamdı, mümkün olmadı. Bu tür zorluklar aklıma gelince, işi bir başka zemin ve zamana bırakmak niyetindeydim. Ancak bir başka programda benim memleketimin bir türküsündeki, "di gel di gel kaday ben alım" mısraının "di gel di gel kaday belay vay" diye okunması üzerine bu yazıya niyet ettim. Elbet Orhan Hakalmaz icra ettiği şeyi fikretseydi, güllerin neden ancak kan ağlayabildiğini, çünkü har ağlamanın bir şey ifade etmediğini; çünkü dilimizde har ağlamak diye bir deyimin bulunmadığını bilecekti. Yine:
"Dön beri dön beri de yüzün göreyim
diye başlayan Urfa türküsünü notaya alan uzmanların, türküyü derledikleri kaynak kişiyi dinlerken söylediklerine biraz kulak kabartsalar, bu yanlışı yapmazlardı diye düşünmemek elde değil. Hadi onlar anlamadılar, türküyü icra eden koca koca halk müziği sanatçıları da "kaday belay vay" ne demektir diye hiç merak da mı etmezler? Biraz dikkat ve saygı lûtfen! İlahi hitabın yakınlığını idrak etmek
MÜKERREM BULUT / Yazar
İnsanlar kendilerine yakınlarından gelen bir mektubu okurken adeta mektup sahibiyle birlikte olurlar. Bu satırların sahibiyle konuşurlar. Çünkü kendileri muhatap alınmış , önemsenmiş ve bu duygular kaleme alınıp mektup haline getirilmiştir. Dolayısıyla yazılan satırlar çok iyi anlaşılmakta, idrak edilmektedir. İşte tıpkı bu mektup benzetmesinde olduğu gibi Rabbimiz de vahyi ile beşere hitap etmekte, onu muhatap almakta. Ona değer vermekte, adeta onunla konuşmaktadır. İlahi hitabı idrak eden Müminler, ona karşı olan sorumluluklarını görmekte, kulluğun gereklerini yapmakta. Bu hitaba uzak duran, kulak asmayanların durumu aynımı? Elbette değil. Onlar için sanki çok uzaklardan seslenilmekte, anlaşılmamakta, yada anlaşılmak istenmemekte.
"İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir."
Elbette hitaba yakın olan, idrak edenler için durum farklıdır. Onlar hitabın kendilerine uzaklardan değil yakından hem de şahdamarlarından daha yakından geldiğini bilirler. Şimdi soralım nefislerimize; İlahi hitaba yakınlık noktasında neredeyiz? Nerelerdeyiz? Değer verilip, muhatap alınan biz, gündelik hayatımızda idrakin gereklerini yapabiliyor muyuz? İslam fıtratı üzere yaratılan biz fıtri kabiliyetlerimize ilahi hitabı düstur edinebiliyor muyuz? Unutmayalım ki yaratılışta verilen bu kabiliyetler, Allah'ın boyasıyla boyanmadıkça bu sorulara evet cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Yine unutmayalım ki bu kabiliyetler üzerinde yaratılıştan bugüne şeytan ve dostları da hakimiyet kurmak istemekte, ilahi hitaba uzak olan insanlar bu sese yönelmekte, kulak vermektedirler. Bu beşeri sesler bazen korkutma, bazen rızk endişesi bazen sevgi bazen de baskı ve zulümle muhatap almakta, bunda da başarı sağlamaktadır. İşte bu durumda ilahi hitabın idrakçileri hitabın kaynağına yönelmekte, şeytan ve dostlarının fıtrat üzerindeki tuzaklarını algılayıp, bu yaratılış yeteneklerine vahyi hakim kılıp, onun boyasıyla boyamakta ve şeytanizmin fıtrat üzerinde kurduğu tuzakları boşa çıkarmaktadır. İşte Filistin. Emperyalist güçlerin yıllardır uyguladığı hile ve tuzaklar sonucunda bir avuç toprağa hapsedilen Filistin. Çağın modern silah ve teçhizatıyla donanımlı olan İsrail. Adeta benden korkun dercesine Filistin halkının karşısına çıkan İsrail. Ama ilahi hitabın idraki içerisinde bir halk. Korkunun kaynağının Allah olduğu bilincinde olan Filistin halkı bu güce taşıyla ,sapanıyla karşılık vermekte. Bu emperyalist güce kafa tutmakta. Hem de ilahi hitabın idrakçisi olan Müslüman halkların desteği ile! Unutmamamız gereken bir gerçek daha var ki, şeytan ve dostlarının "dosdoğru yol" üzerinde durduğu, adeta burada müşteri,beklediği gerçeği. Bizler ne derece ilahi vahyi idrak edebilirsek, yakın olabilirsek o denli de bu aldatıcılara, çağırıcılara aldanmamış dosdoğru yol olan sıratı müstağiym üzere sebat edebiliriz. Bu noktada fıtri kabiliyetlerimizi Allah'ın vahyi ile yönlendirip, yaratılış üzere bir yaşantı sürebiliriz. Sevgimizi, korkumuzu, Allah'a has kılmalı, yalnız ondan korkmalı, yalnız ve yalnız onu sevmeli ve bunlara hiçbir şeyi ortak etmemeliyiz. İçinde bulunduğumuz bu ekonomik şartlarda rızk endişesiyle imtihan gerçeğini de göz önünde tutmalı, azda olsa şükredip helale yönelmeliyiz. Ekonomik sorunları olabildiğince gündelik yaşantımızdan uzaklaştırmalı, şeytan ve dostlarının fakirlik, rızk endişesi gibi hile ve desiselerine kapılmamalı her zamankinden çok ilahi vahyin idraki içinde olmalıyız. Tüm benliğimizde hissederek, öyle ki ilk kez muhatap oluyormuşçasına...
Siyasetçinin sınavı
MEHMET ALKIŞ / Araştırmacı
Her dönemde, liderlerin etrafında oluşan halkalardan ilki; hedeflediği amacına ulaşmak için, bütün yolları meşru gören, olaylara Makyavelist bir mantıkla yaklaşanlarca oluşturulur. Bunların pek çok yüzleri vardır; içinde bulundukları durum ve ortama uygun maskelerini takarlar. Gerektiğinde ve özellikle işin başında ìdoğruları, doğru biçimde, hem de doğru zamandaî savunurlar. 'Şahsi- nefsi' davranmadıklarını hilekar bir ustalıkla ortaya koyarlar. Bu kimseler, ayakları yer tutuncaya kadar; her fırsatta, hukuka bağlı, ilkeli ve kuralların işlediği bir toplumsal düzeni arzuladıklarını yüksek sesle dile getirirler. 'Doğru'dan yana olduklarını herkesi, ama özellikle 'lider'i inandırmak için sayısız yollar denerler. Liderin yakın çevresini markaja alırlar. Geçmişlerinin irdelenmesinden büyük rahatsızlık duyarlar. ... Birinci halka mensuplarının; kaba, bilgisiz, seviyesiz, hilekar, kişiliksiz, mütekebbir, zorlama, yapmacık ve her aracı meşru gören anlayışlarından ötürü, onlarla mücadeleye ve tartışmaya girmemeye özen gösterirler. Siyasetin, ikinci halka mensuplarının yönetimine girmesini sağlayacak yeni yöntem ve mekanizmaların bulunması, kaliteyi arttırırken, yozlaşmayı ve kirliliği geriletecektir. Erdemlilerin yönetimi devralmasının yolu ve yöntemi, günümüz siyasetçilerinin bu sınavı geçmelerine bağlı görünmektedir.
Düşünce Günlüğü'nde yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı e-mail adresimize gönderirken, lütfen;
Yazınızı mutlaka word programında yazınız.
Adınızı, soyadınızı, mesleğinizi ve titrinizi belirtmeyi unutmayınız.
İrtibat için telefon numaranızı varsa cep telefonunuzu belirtiniz.
Yazınızın bir A4 dosya kağıdını aşmamasına özen gösteriniz.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |