AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Sömürgeciliğe karşı millî duruş

Amerikancılarımıza kızıp hemen Avrupacı kesilmemiz çözüm değil. Büyük güçler arası oyunda son derece esnek ve tutarlı bir siyaset geliştirmek zorundayız.

Amerikalılar, Irak'ı yönetmenin bombalamak kadar kolay olmadığını anlamaya başladıkça, Türkiye'ye karşı üst perdeden konuşmaya son verdiler. Wolfowitz bile sözlerinin yanlış tercüme edildiğini söylüyor ki, şaşılacak şeydir. Bunu niçin konuşmanın üzerinden haftalar geçtikten sonra söylüyor acaba? İtalya Başbakanı ve Fransalmanya sözcüsü Berlusconi, Türkiye ve Rusya'sız AB olamayacağını; bu ikisinin en kısa zamanda birliğe dahil edileceğini açıkladıktan sonra, Amerikalılar'ın eteği tutuştu. Aslında AB'nin hesabı Türkiye ile Rusya'yı (ve Ukrayna'yı) ne içeri almak, ne dışarıda tutmaktır. Bunları hazmetmenin maliyeti yüksek; fakat bunlarsız bir küresel güç haline gelmek de imkânsızdır.

Şahinlere kendilerini beğendirme peşindeki sinir bozucu Amerikancılarımıza kızıp hemen Avrupacı kesilmemiz çözüm değildir elbette. Büyük güçler arası oyunda son derece esnek ve tutarlı bir siyaset geliştirmek zorundayız. Bunu yaparken de, kapitalist sömürgeciliğin biçim değiştirdiğini; bir tür postmodern sömürgeciliğin gelişmekte olduğunu farketmemiz gerekir. Siyasî elitler kadar, bazan onlardan çok, ekonomik elitlerin hesaplarını dikkate almalıyız.

Ulus-devletten, şirket-devlete mi geçiyoruz?

Bugün bütün siyasî merkezler görüyor ki, artık ulus-devletler zayıflamakta ve etki alanlarını gün be gün ulusaşırı şirketlere bırakmaya zorlanmaktadırlar. Yirmibirinci yüzyılın ikinci yarısı muhtemelen ulus-devletten şirket-devlete doğru hızlı bir kayışa sahne olacaktır. AB gibi ulus-devlet-üstü yapılar, gerçekte şirket-devletlerin temsilcisi olacaklardır. Postkolonyal bir evreye doğru ilerliyoruz. Yeni sömürgecilik, eskisine rahmet okutabilir.

Klasik sömürgeciliğin nasıl sona erdirildiğini kavradığımız ölçüde, yeni sömürgeciliğin aldığı ve alacağı biçimleri kestirebiliriz. Batı dünyası nasıl köleliği, günün birinde insanî duyguları kabardığı, manevî bir dönüşüm geçirdiği için değil, köle emeği işçi emeğine nispetle verimsiz olmaya başladığı için terketmişse; klasik sömürgeciliğe de bir yandan artık "rantabl" olmaması, diğer yandan kendi içindeki çıkar çatışmaları yüzünden son vermişti. Bu süreçte başı çeken siyasî birim, ABD idi.

Theodore Roosevelt, 1910 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "İnsanlığın ilerleyişindeki pekçok evrede, hak ettiğinden daha fazlasına sahip olanlar ile, sahip olduğundan daha fazlasını hak edenler arasındaki çatışma, ilerlemenin eksenini oluşturur." Bu tarihten yedi yıl sonra ise, Woodrow Wilson ünlü self-determinasyon ilkesini ilân ediyordu: "Artık dünyada kesin barışı sağlamak için, dünya üzerindeki halkların özgürlüğü için dövüşecek olmaktan sevinç duyuyoruz; büyük küçük bütün ulusların hayatı ve dünyanın her tarafındaki insanların, nasıl bir hayat sürüp kime itaat edeceklerine kendi başlarına karar verme hakları için dövüşecek olmaktan sevinç duyuyoruz. Dünya, demokrasi için güvenli bir yer haline getirilmelidir." Dünyayı Amerikan kapitalizmi için güvenli hale getirmek demekti bu. Avrupalılar, hak ettiklerinden fazlasına sahiptiler; ABD ise sahip olduklarından fazlasını hak ediyordu. Klasik sömürgeciliğin sonu, Amerikan hegemonyasının başlangıcını oluşturacaktı. Öyle oldu.

Şirketler, devletleri kullanıyor!

Batı sömürgeciliğinin 16. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına kadarki gelişmesi ulus-devletin yükseliş ve düşüşüyle çakışmaktadır. Ancak, ulus-devletin kaderi büyük güçlerin yükseliş ve düşüşü ile eşanlamlı değildir artık. Gerçi sanayileşmiş dünyadaki kapitalist başkentler bugün de her zamanki gibi güçlüdürler, ama kullandıkları mantık, hizmet ettikleri kişiler, ellerindeki araçlar, işgal ettikleri yerler, uzun sözün kısası, bizzat kimlikleri tamamen değişmiş bulunmaktadır. Kapitalistler korunma ve işlerin kolaylaştırılması için, sınırları içinde kuruldukları ulus-devlete tamamen bağımlı değildirler artık. Elbette ulus-devlet yapılarını kullanmaktadırlar, fakat güç ve enerjileri farklı bir odağa kaymış bulunmaktadır.

Günümüzün ulusaşırı veya transnasyonal şirketleri (TNŞ) akıl almaz derecede güçlüdürler. Dünyanın en büyük 200 ekonomik biriminin üçte ikisi devlet değil, şirketlerdir. Bu gelişme birdenbire ortaya çıkmış da değildir. Daha 1973 yılında, dünyanın en büyük 100 ekonomik biriminden ancak yarısının ulus-devlet olduğu, diğerlerininse çeşitli çokuluslu şirketler olduğu tesbit edilebiliyordu.

Küresel kapitalizm çağına giriyoruz. Yeni bir uluslararası işbölümü karşısındayız: Üretim süreci, uluslararası altmüteahhitlik (taşeronluk) yoluyla küreselleştirilmektedir. Bu süreçte millî devletlerin kendi yurttaşlarını, hatta bizzat kendilerini dev şirketler karşısında nasıl koruyabilecekleri ciddi bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşme, küçük bir ekonomik (ağırlıklı olarak da malî) elitin, gücünü bütün yerküre üzerinde genişlettiği, meta ve hizmet fiyatlarını şişirdiği, serveti düşük gelirli (umumiyetle Batı-dışı dünyadaki) sektörlerden yüksek gelirli sektörlere doğru yeniden dağıttığı bir sistemin oluşturulması sürecidir.

Bu süreç, ulusluğu da yeniden tanımlamaktadır. Yüz yıl öncesinin ırk-eksenli tanımlarına sarılıp ayakta kalabileceğini vehmeden ulus-devletlerin çok geçmeden yerinde yeller esecektir. Siyasî elitler merkez ile çevre, sermaye ile insan arasında hayatî bir tercihle karşı karşıyadırlar. Millî duruş, insanî duruşla eşanlamlı olacaktır.

Anlayış'a dair

Geçen haftaki yazıma sıkıştırdığım küçük bir 'reklam' birçok dostumuzu heyecanlandırmış. Telefon ve e-posta yoluyla yeni dergiyi soruyorlar. ANLAYIŞ siyaset, ekonomi ve toplum dergisi olarak tasarlandı. Küresel ve millî siyasetin, küresel ve millî ekonomi ile bağlarını, gerilim ve çatışma alanlarını inceleyen; bunların birey ve toplum üzerindeki etkilerini tartışan bir platform oluşturmak istiyoruz. Malatyalı Sabri, haklı olarak 'duruş'umuzun nasıl olacağını da bilmek istiyor. Yayın yönetmeninin manifestosundan küçük bir alıntıyla merakını gidermeye çalışayım:

"Düzenin tarihine müdahale, tarihin düzenine akıl erdirmeyi gerektirir. Tarihin düzeninde hiçbir şeyin gerçekleşmesi kaçınılmaz değildir. Fakat bazı şeylerin gerçekleşmesi 'daha muhtemel'dir. Beşerî aklın sınırları içinde, Muhtemeli kavramaya çalışıyoruz. Yolculuğun ilk durağında bizi üç M daha bekliyor: Mevcut, Muhayyel ve Mümkün. Mevcutu kabullendikçe, yolculuk arzumuz köreliyor. Düzenin tarihini kutsamaya başlıyoruz. Muhayyelden başka bir şey düşünmedikçe, tarihin düzenine akıl erdiremiyoruz. Anlayış kıtlığı umutsuzluk doğuruyor. Radikalliğimiz bir nesil içinde teslimiyete dönüşüyor. Kurtuluşumuz, Mümkünü kavramakta yatıyor. Mümkün, mevcuttan daha muhteşem, muhayyelden daha bereketlidir."


25 Mayıs 2003
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED