|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye'nin geliyorum diyen savaşı önlemek için gecikmeli olarak başlattığı Ortadoğu diplomasi girişimi Türkiye'nin imkanlarını hatırlattığı gibi güçlüden yana olma politikasının her zaman için güçlü olmak anlamına gelmediğini gösterdi. Türkiye soğuk savaş döneminden beri izlediği "güçlülerden yana olma" politikasının pratik sonuçlarını görmüş olsa da uzun vadede bağımsız bir güç olmasının önünde en büyük engel olduğu ortaya çıktı. Türkiye'nin batılı müttefikleriyle kurduğu ilişki biçimi, bölge ülkesi olarak gücünü artıran bir politikadan çok, sömürgecilerin bölgedeki temsilcisi gibi algılanmasına neden olan, bölgedeki gücünü, etkinliğini zayıflatan bir stratejiye dönüştü. Statükonun devam ettiği dönemlerde bu politika uygunmuş gibi görünse de statükonun sarsılmaya başladığı dönemlerde bölgenin en yalnız ve yabancı unsuru haline geldi. Bu yalnızlaşma sadece Türkiye'nin suçu değildi şüphesiz. Ortadoğunun Osmanlı sonrası bin bir vaatlerle kurdurulan hatırasız ve hafızasız ulus-devletçiklerinin başındaki hanedanlara dayalı yönetimler bölgedeki tarihi ve kültürel bütünlük bilincini parçalamak için ellerinden gelen çabayı gösterdiler. Buna ragmen bugün Türkiye'de, Suriye'de, Mısır'da toplumsal hafıza canlılığını koruyor, siyasal ve kültürel geçmişin izleri bu toplumların bilinçaltında ne denli güçlü olduğunu zaman zaman ortaya çıkarıyor. Abdullah Gül'ü adeta bakan zinciriyle karşılayan (tam 18 bakan sıraya girmişti) Şam yönetimi, Osmanlıdan bu tarafa kopan zinciri birleştirmeden gerçekci bir çözüm bulunmayacağının bilincinde olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak zincirin koptuğu yerde sıralanan bu resmi zincirin yaptığı göndermeyi hatırlamadan bugünü anlamlandırmak mümkün değil. Türkiye Suriye ilişkisi sadece Öcalan, ya da kriz dönemlerinde ortaya atılan su meselesine indirgendiği an iki taraf için de yanıltıcı olur. Tarih ve tekerrür konusunda en fazla deneyime sahip olan ve en fazla ibret almaya muhtaç bir bölge varsa bu bölgeden daha iyisi gösterilemez. Albay Lawrance'in kışkırtığı birkaç bedevi Arap aşiretini Osmanlı esaretine karşı bir ulusun özgürlük savaşcıları gibi göstermeye çalışan İngilizler Şam kapılarına dayandıklarında bu tezlerini destekleyecek bir senaryo uyguladılar. Türklerden, Araplardan, Çerkezlerden, Kürtlerden ilh… oluşan Osmanlı ordusu sonuna kadar İngilizlerle savaşmış ama sonunda Şam'dan geri çekilmek zorunda kalmıştı. General Allenby Şam kapısına dayandığında ilk önce kendi ordusunun değil isyancı Arap bedevi güçlerinin şehre girmesini istedi. Böylece özgürlük savaşçıları Şam'a girmiş oluyor, Arap halkları 400 yıllık Osmanlı esaretinden kurtarılmış oluyordu. Zincir işte burada koptu. Amerikan orduları Kabil yönetimini çökertmişti ama şehre ilk girenler amerikan müttefiki kuzey ittifakı askerleri oldu. Böylece Afgan halkı kendi özgürlüğünü kazanmış oldular. Bugün Türkiye'nin muhtemel bir savaşa katılmasını isteyenler Amerika'nın başlatacağı savaşın Saddam yönetiminin köleleştirdiği bir halkın özgürlüğünü kazanacağına inanmamızı istemektedirler. Savaş sonrası masada Türkiye'nin yerinin olması için savaşa atılmamızı salık verenler Türkiye'yi 85 yıl önce Şam kapısından içeri giren bir avuç Arap bedevilerin durumuna düşmekten daha hayırlı bir iş yaptıklarını kime anlatabilirler? Saddam'ın zalim bir diktatör olması ne onu savunmamızı ne de ABD işgaline alkış tutmayı gerektirmektedir. Saddamı savunmakla yüz binlerce insanın canına mal olacak bir kirli-çıkar savaşına taraftar olmak arasında bir fark olamaz. Dün İngilizlerin Ortadoğunun özgürlüğü için Osmanlıya karşı savaştığına inandırabilirseniz bugün ABD'nin Irak halkını bir dikta rejiminden kurtarmak için bölgede savaştığına inanabiliriz… Sözün kısası Allenby Şam kapısında beklerken şehre girecek bedevi rolünü oynamaya kim razı olabilir?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |