|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Geçen haftaki yazım üzerine sevgili ağabeyimden şu mesajı aldım: ""Her şeye rağmen" değil, "Ben bizzat kendim olarak" ailece bayramınızı tebrik eder, afiyet ve hayırlar dilerim." Onun bu cümlesine yansıyan tutum, Müslüman halkın büyük çoğunluğunun din algısını, ibadet tutumunu da yansıtmaktadır: "Biz Müslümanız, atalarımız da Müslümandı. Onlardan tevârüs ettiğimiz gelenekler arasında, meselâ kurban kesmek ve bayram etmek de vardır. Bizim bu ibadetimize ve bayramımıza siyasal sonuçları da olan veya olabilecek anlamlar yüklemek, aklımızdan geçmez. Ayrıca, böyle anlamlar aramak yanlış ve zararlı bile olabilir." Dini ve anlamını daraltan bu yaklaşımın çok yaygın olduğunu biliyorum. Bu düşünüş biçimi, yeryüzünde Müslüman olarak varolmanın herhangi bir etki doğurmadığını, dolayısıyla herhangi bir tepkiye de yol açmayacağını varsayan çok naif bir düşünüş biçimidir. Oysa, Müslümanlığın temel ilkesi, Allah'tan başka tanrı olmadığına inanmaktır ki, bu inanışın ilk aşaması "lâ ilâhe" (tanrı yoktur) demekle başlar; ancak bu ilk aşamadan sonra "illallah" (ancak Allah vardır) yargısına ulaşırız. Gönül sarayının önce "lâ" süpürgesiyle temizlenmesi gerekir, denmiştir. İster, Allah'ı kabul ile başlayalım, ister O'nun dışındaki tanrıları, tanrılıkları reddile başlayalım, varlığımızın ve inancımızın ve eylemlerimizin bir şeylere rağmen olması kaçınılmazdır. Bunun böyle olması, iman ile inkâr, ibadet ile isyan arasında seçim yapabilme özgürlüğümüzün de anlamına ve ruhuna uygun bir durumdur. Müslümanın bizzat kendisi olarak yeryüzünde varolması bile, Firavun'a rağmen, Nemrut'a rağmen, Ebu Leheb'e rağmen, Ebu Cehil'e rağmen, Deccal'e rağmen, şeytana rağmen... varolması demektir. Kendimizi ve inanıp güvendiğimiz Allah'ı merkeze alarak, "Onlar bize rağmen varolmak iddiasındadırlar" diye düşünmemiz elbette mümkündür. Ama bu imkân, seçim-sınav alanı olan yeryüzünde biz insanların işletebileceği bir imkân olmaktan çok, Din Günü'nün Sahibi olan Allah'a özgü bir imkândır. Bu böyle olmasaydı, "Lâ ikrâhe fi'd-dîn" (Dinde zorlama yoktur.) ilkesi, temelsiz kalırdı. Bu açıklamalarımdan Müslümanların tepkici, reaksiyoner bir tutum izlemeleri gerektiği sonucu çıkarılmamalı. Tam tersine Müslümanlar inançlarını da, eylemlerini de kökü bezm-i eleste uzanan bir sağlamlık ve güven duygusuyla, aksiyoner bir tutumla yaşamalılar. Bunun için içten inanışa olduğu kadar, doğru bilgiye, sağlıklı akla da ihtiyacımız var. Ardımızda bıraktığımız tarihin ve karşımızda duran güncel gerçekliklerin bilgilerimizi ve akıllarımızı karıştırıcı bir yığın olumsuz nitelikler taşıdığı söylenebilir elbette. Ama inancımızın büyüklüğü ve içtenliği sayesinde bu olumsuzlukların aşılabileceğini umuyorum. Geçen haftaki yazım, "İmam nerede?" sorusuyla bitmişti. Bu soruyu yadırgayanlar da oldu. Oysa basit bir soru bu. a) İmam yok mu? İmam olmayabilir mi? İmamın olmaması tuhaf değil mi? b) İmam var mı diyorsunuz? Peki, neden varlığını göstermiyor, yapması gerekenleri yapmıyor? c) İmam BM Güvenlik Konseyi ya da Buş mu? Pes yani! d) İmam Kur'an mı diyorsunuz, Peygamber imam mı diyorsunuz? Tamam, ben de onları arıyorum işte! Neredeler, neremizdeler? Bilgi Üniversitesi'nden bir hanım, televizyoncu kendisine "İslâm ülkeleri"nin tutumunu sorunca, şaşırdı, "Hangi ülkeler?" diyecek oldu, "belki Türkiye ve İran" gibi bir şeyler söyledi. İçim cız etti. Bir Osmanlı torunu olarak utandım. Sanki o sarışın hanım da utanmıştı. Bu arada Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kurban Bayramı mesajında bir kez bile "din, Allah (Tanrı) Müslüman, Müslümanlık" demedi; 550 sözcükten oluşan uzun mesajında barış, eğitim, yolsuzluk, çağdaşlaşma, laiklik, vb. vardı da, bayramımıza adını veren kurbanın anlamına ilişkin hiç, ama hiç bir şey yoktu; "İslâm" sözcüğü de ancak "Türk ve İslâm dünyası" ibaresi içinde yer bulabildi. Rahmetli Kral Faysal, özel bir sohbette "Siz hangi devletlerden söz ediyorsunuz? İslâm dünyasında bir buçuk devlet var; biri Türkiye, buçuğu İran!" demiş. Türkiye Diyanet Vakfı, İslâm Ansiklopedisi'nde İmam'ı "Önder, lider; cemaate namaz kıldıran kişi; devlet başkanı", İmâmet'i "Hz. Peygamber'in vefatından sonra İslâm toplumunun dinî ve siyasî liderliği görevi" diye tanımlamış; ancak bu terimleri açıklarken, ülkemiz Müslümanlarının çoğunun mensup olduğu sünnî gelenekteki anlam ve önemini olabildiğince kısa geçmiş. Geçer. Bu da geçer yâhû!
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |