T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
Saadete bak: Gazetelerde
'barış' manşetleri...

O kâbus gibi gazete sayfalarının neredeyse bir anda ortadan kalkıvermesi inşaallah geçici değildir. Umarız, insanlık tarihinin en büyük gösterileri hız kesmeden sürer de, gazetelerimiz, Amerikan savaş makinesinin "teknoloji harikaları"yla bezeli olarak yayımlanmaktan daha uzun süre mahrum kalır.

16 Şubat tarihli Kronik Medya'da, 15 Şubat tarihli gazetelerde yer alan "barış fotoğrafları"nın yoğunluğundan yola çıkarak "Ne oluyoruz, barış mı çıktı?" diye sormuştuk.

Çok değil, birkaç gün öncesine kadar Amerikan savaş makinesinin "harika" oyuncaklarıyla donatılan haber sayfaları sihirli bir el marifetiyle tamamen değiştirilmiş gibiydi. Gizlemeyelim: 15 Şubat'ın Kurban Bayramı'nın ve Sevgililer Günü'nün hemen ertesine denk geldiği için böyle bir manzarayla karşı karşıya kaldığımızı, bunun bir günlük bir rüya olduğunu da ima etmiştik o yazıda.

Fakat ertesi gün (16 Şubat) gazeteleri tatlı bir mahçubiyet hissiyle aldık elimize. Çünkü birkaçı hariç neredeyse tümü manşetlerini bir gün önceki dev barış gösterilerine ayırmışlardı.

Yeni Şafak'ın "militan barışçı" tavrına alışmıştık, ama o gün gazete birinci sayfasının tamamını çok etkileyici bir fotoğraf eşliğinde "Küresel İsyan"a ayırıp işi iyice "abartmıştı..."

Radikal de "Savaşa küresel muhalefet"e ayırmıştı o gün manşetini... Keza Milliyet, Sabah ve başka çok sayıda gazete... Genel Yayın Yönetmeni'nin "iki günde biter, Amerika'nın yanında olmalıyız" yazılarına rağmen, Hürriyet bile birinci sayfadan anonsladığı barış gösterilerine içerde tam bir sayfa ayırmıştı.

Ama o gün Vatan'ın manşeti Yeni Şafak'ınkiyle yarışacak kadar "barışçı"ydı... "En iyi 'savaşa hayır' fotoğrafı" başlığını öyle bir fotoğraf süslüyordu ki, o fotoğrafa bakıp da "yine de savaş" demek, diyebilmek çok ama çok zordu. AP muhabiri Artur D. Lauck'un çektiği fotoğraf Vatan'da şöyle tasvir ediliyordu:

"Bir yanda 'Anne bizi bırakma' diye ağlayan 8 yaşındaki Samantha'nın gözyaşları, öte yanda herşeyden habersiz annesinin elinden son sütünü içen 4 aylık Kodee... ABD'li sıhhiye çavuşu üç çocuk annesi Rikki Huston'un Körfez'e giderken çocuklarına veda edişi, savaşın acımasızlığını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor."

Hemen belirtelim, Vatan'ın ertesi günkü (17 Şubat) manşetinde yer alan fotoğraflar da çok etkileyici: AP'den Bobby Sanchez'in Connecticut'ta çektiği ("Çavuş Chris Bray, kızı Casey ve oğlu Chris'le vedalaşıyor") fotoğrafla, Vatan muhabiri Burak Kara'nın Bağdat'ta El Mansur Hastanesi'nde çektiği ("Iraklı bir ana, yavrusunu tedaviye götürüyor") fotoğraf...

Biz, gazetelerimizin son günlerdeki halinden memnunuz... Ne diyelim, Allah tamamına erdirsin... (A.G.)

'İkinci Cumhuriyetçiler'in korkulu rüyası Özdemir İnce!

Cüneyt Ülsever, Özdemir İnce övgüsünü daha da ileriye götürmüş: "İyi ki varsın Özdemir İnce".

Ülsever, Ertuğrul Özkök'ün 15 Şubat tarihli "Basmakalıp Köşe Yazarı Kastı Çöktü" başlıklı yazısını "bazı tespitler açısından çok önemli" bir yazı olarak niteleyip bir değerlendirmeye tâbi tuttuktan sonra gazetesinin genel yayın yönetmeninin yaptığı gibi sözü Özdemir İnce'ye getiriyor. Peki kendisini "Anglosakson geleneği takip etmeye çalışan liberal- demokrat" olarak takdim eden Ülsever, "İkinci Cumhuriyetçiler"in "korkulu rüyası" haline dönüşen "Birinci Cumhuriyetçi" Özdemir İnce'ye niçin "müşeşekkir"dir? Çünkü Ülsever, herşeyden önce "kalite"ye önem veren bir yazar: "Ben üfürükten fikirdaşım olmasındansa Özdemir İnce kalitesinde fikri rakibim olmasını bin kere tercih ederim." Yani bir bakıma, "Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl!" türünde bir tercih... İnsan "fikirdaşı"nı "kaliteli" diye rakibine satar mı, doğrusu orası epeyce karışık bir mesele... Dikkat edin "duygudaş"tan filan değil, basbayağı "fikirdaş"tan, yani aynı fikri paylaşanlardan söz ediyoruz. Unutmadan şu bilgiyi de verelim: Ülsever'in yazısında (unutmayın bir "liberal-demokrat" olarak) "ders aldığı" yazarlardan birisi olarak Çoşkun Kırca'nın adı da geçmekte. (Ah şu "kalite" meselesi!)

Bu kısa girişi sözü Özkök'ün söz konusu yazısında dikkatimizi çeken bir probleme getirmek için yaptık. Özkök'ün "Basmakalıp Köşe Yazarı Kastı Çöktü" başlıklı yazısı şu cümlelerle başlıyordu: "Yıllardır bu ülkenin temel sorunlarıyla ilgili konularda 'entellektüellik tekelini' elinde bulunduran 'İkinci Cumhuriyetçilere' kötü bir haberim var. Onlara, onların mahallesinde ve onların 'entellektüel raconu' içinde kafa tutacak yeni bir 'birinci Cumhuriyetçi' yazar doğuyor. 'Yeni' deyince aklınıza ille de genç bir insan gelmesin. Tam aksine, Türkiye'de çok uzun yıllardan beri yazı yazan bir insan, şimdi 'İkinci Cumhuriyet' mahallesinde volta atmaya başlıyor."(!)

Dikkat ederseniz alıntıyı ünlemle bağladık, çünkü bu satırlar gerçekten çok "komik" satırlar...

"Komik"liğin ötesinde bu satırlar çok da problemli. Bu satırları okuyan okur, şöyle düşünmez mi: Özkök'ün "Yağları kökünden sökücü bir temizlik maddesi" reklamı yaparcasına takdim ettiği Özdemir İnce "mahalleye" gelmeden önce ortalık bomboş muydu? Özkök'ün kendisi başta olmak üzere "İkinci Cumhuriyet Mahallesi" hakkında söylenmedik söz bırakmayan yazarların yazıp çizdiklerinin hiç mi ağırlığı yoktu?

Özkök, "mahalleye" yeni taşınan "Birinci Cumhuriyetçi" delikanlının omuzlarına şimdiden o kadar çok yük yüklüyor ki: "Bugüne kadar entellektüel mahallede elleri serbest dolaşan 'İkinci Cumhuriyet' kadrolarına ve 'dinci kesimin' ağzı laf yapan, iyi okumuş yeni entellektüellerine, 'birinci Cumhuriyet' mahallesinin de entellektüel açıdan savunmasız olmadığını gösteriyor."(!)

Söyleyin; siz olsanız ünlem koymaz mısınız?

Gelinen şu noktaya bir bakın: "İkinci Cumhuriyetçiler" ordusuna karşı cepheye sürülen "yeni" bir kalem... Karşınızda Özdemir İnce!

Özkök'ün akıl yürütme tarzını benimseyecek olursak, demek ki savaş daha yeni başlıyor! (K.B.)

'Ürkek kadının trajedisi...'

Habertürk'ten Reha Mağden'in 15 Şubat tarihli yazısı...

"Başbakan Abdullah Gül, İzmir'den Ankara'ya dönmek üzere uçağa bineceği sırada polis merasim mangası Başbakan'ı selamladı. Selamlama esnasında Gül'ün eşi Hayrunissa Gül, manganın önünden geçme konusunda tereddüt edince, Başbakan, eşinin elinden tutarak, yanında kalmasını sağladı."

Bu alıntı, dünkü gazetemizden. Hayrunissa Gül sıcacık gülümseyen, sevecen bir kadın. Haberde 'tereddüt' diye geçen, benim 'ürkme' dediğim duygu, o sevecen gülüş düşünülünce daha da acı verici oluyor. Belki asık yüzlü bir kadın bu kadar kolay ürkmez anlamında söylüyorum bunu. Yani 'trajedi,' masum olduğunu düşündüğümüz insanların vücut dillerinde kendini daha çok belli ediyor. Biz 'yanlış' olan bir şeyi, 'üzücü' ve 'kırıcı' olanı bu insanların ürkmeleriyle daha iyi anlıyoruz.

Evet 'trajedi..'

"Benim protokole başörtüsüyle girmem yasak. Eşim Başbakan olsa da bunu yapamam, çok sevdiğim eşim güç durumda kalır. Acaba burası kamusal alan mı?"

Bu duygular, bu ifadeler size üzücü gelmiyor mu?

Peki bu 'ürkek' kadın mı türbanıyla şeriat ihtilali yapacak? Şeriat ihtilali yapacakları böyle mi cesaretlendirecek?

Ve Başbakan Gül'ün tavrı: Eşinin elinden tutarak yanına alması, ona 'ürkme serçe' demesi, yanındayım... Eşinin ürkmesine kalbinin kırılması ve onu korumak için hiç tartışmacı biri olmamasına, hiç gerilimden yana olmamasına rağmen, eşinin kırılmaması uğruna eleştiriyi göze alması.

Bir Başbakanla karşı karşıya değiliz burada, bir aile babası, delikanlı bir âşık, bir Anadolu mertiyle karşı karşıyayız.

Bu görüntü için ona teşekkür ederim.

Ve Hayrunissa Gül'ü böyle ürkütenler bir daha düşünsünler isterim. (A.G.)

Çevikcan şimdi de 'Meclis sığınağı'nı anlatıyor...

Araya bayram tatili girdiği için unutmuş olabilirsiniz. Milliyet gazetesinin Ankara bürosunda, başta Ankara temsilcisi olmak üzere pekçok erkek gazeteci bulunmasına rağmen, Irak meselesiyle ilgili bütün "erkek işi" haberleri Serpil Çevikcan'a havale ettiğinden -biraz da üzüntüyle- birkaç örnekle söz etmiştik... Hatta Çevikcan'ın ABD'nin Irak harekatında kullanacağı silahlara ilişkin verdiği ayrıntılı bilgiler içeren bir haberinden sonra "Milliyet 'Savaş Bakanı' olarak Çevikcan'ı atadı!" bile demiştik...

Milliyet, bayram tatili sırasında Çevikcan imzalı yine benzer bir habere yer verdi. "Saldırı olursa Meclis burada çalışacak" başlıklı bu haberde, TBMM binasının alt katlarında yer alan bir sığınakta yapılan hazırlıklar hakkında bilgi veriliyordu. Çevikcan'a göre, "Irak hareketı için geri sayımın başladığı" şu günlerde, bu sığınaklara yiyecek, içecek ve gaz maskesi stoklanmaktaydı.

Tuhaf bir hazırlıkla karşı karşıya olduğumuz muhakkaktı. Her ülkenin savaş filan gibi özel durumlarda elinde karar alma yetkisi bulunan yüksek yöneticilerine işlerini aksatmadan yürütebilmeleri için sığınak gibi özel yerler hazırladığını biliyorduk ama 550 üyelik koca bir Meclis için benzer bir hazırlıktan gerçekten haberimiz yoktu! Bu kadar insanın iaşesinin sağlanmasının büyük bir dert olması bir yana, bu koca Meclis nerede toplanacaktı? Hem zaten Meclis, birisi tamam ikisi yolda olan üç "tezkere" vasıtasıyla savaş durumuna ilişkin yetkisini hükümete devretmiyor muydu? Çok münasebetsiz bir "sığınak" hikayesiyle karşı karşıyaydık doğrusu... Dışarıda olan millete sıfır koruma, temsilcilerine yiyecek içecekli ve gaz maskeli full koruma!

Fakat endişe etmeyin; Çevikcan'ın manşete çıkarılmış bu haberi yakından incelenince basbayağı anlaşılıyor ki bu haber de "muharip sınıf"a giren gazeteler arasında yer alan Milliyet'in pekâla "psikolojik savaş" olarak nitelenebilecek haberciliğinin örneklerinden birisiydi!

Çevikcan, "kulislere yansıyan bilgilere göre" (biliyorsunuz, bu tür bilgiler ne yapıp edip muhakkak 'kulislere' yansırlar!) verdiği bilgilere göre Meclis'in "alt katlarında" bulunan bu sığınakta "kuş sütünü" varıncaya kadar herşey tamamdı. Bu sığanak, "çok sayıda salon ve odadan" oluşmakta, bünyesinde bir "Genel Kurul Salonu" barındırmakta ve her türlü "telsiz, telefon, uydu haberleşme sistemleri ile her türlü iletişim alt yapısı"na sahip bir durumdaydı. Çevikcan yazmayı unutmuş herhalde ama belki "lokanta", "berber" "lostra salonu" bile mevcuttu...

Peki ya bu haberi süslemek için kullanılan fotoğraflar? Bu geniş yer ayrılmış haberin fotoğrafları gerçekten içler acısıydı! Hepsi hepsi, duvarlarına birkaç harita iliştirilmiş, birkaç masa ve islemleyle donatılmış bir küçük odayı görünteleyen fotoğraflardan ibaretti... Fotoğraflarda yer alan üç kişi masaların üzerine serpiştirilmiş birkaç broşürü inceler gibi yapıyordu. Zaten fotoğrafların altında şu notu da okuyorduk: "Fotoğraflar arşivden alınmıştır."(!) Hangi "arşiv"den? Bu küçük oda neyin nesi? Ortada dolaşan üç kişi kim? Burası niçin "TBMM sığınağı" oluyor? Odanın bir kenarına üst üste dizilmiş "OMO" kutularının içinde ne var? Bilene aşkolsun....

Sonuç olarak Milliyet'e son söz: İyi valla... Buldunuz Serpil Çevikcan gibi bir "Savaş Bakanı", çalıştır babam çalıştır! (K.B.)


18 Şubat 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED