|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Şaban Abak, kitabına yalnızlığı en güzel anlatan türkülerden biri olan "Karpuz Kestim Yiyen Yok"un ismini ve-rerek yaptığı türkü tahlilleri ve yorumları ile türkülerini tanımayan bizleri bu yalnızlığı paylaşmaya çağırıyor.
HALE KAPLAN ÖZ
Bu yazdıklarınızın daha önce pekçok dergide yayınlandığını ve çok beğenildiğini biliyoruz. Türkülerin sözlerini şiir gibi ele alıp tahlil ediyor ve çok şaşırtıcı şeyler söylüyorsunuz. Türkülere böyle yaklaşma fikri nasıl doğdu? Aslında şiir tahlilleri yazmak istiyorum. İşe türkülerle başlayışımın sebebi ise, tanıdığım ilk "şiir"lerin türkü metinleri olmasıdır. Çocukluğumun geçtiği Erzurum'da türkü, insanların hayatında en güçlü bir kendini ifade etme aracıydı. Asla eğlence unsuruna indirgenemeyecek zenginlikte, adeta bütün insanlık durumlarını içine alacak kadar güçlü ve etkili bir ifade aracı. Ortaokuldan itibaren siyasi konulara ve memleket meselelerine ilgi duymaya başlayınca bu sefer türkülerin milletimizin karakterine ve onun yaşadıklarına işaret edici yönü dikkatimi çekti. Mesela ben Yemen'in bizim vatanımızın bir parçası olduğunu, orada yedi sene süren bir savaşta inanılmaz sayılarda şehit verdiğimizi okludaki tarih derslerinden önce türkülerden öğrendim. Milletimizin bilhassa son bir iki asırda yaşadığı büyük felaketlerin adeta ruhumuzda travmalara yol açtığını da türkülerde gördüm. Türkülerden söz edilirken tarihle ve siyasetle ilgili yönleri üzerinde pek durulmuyor evet. Siz türküleri bir tür savunma aracı gibi mi görüyorsunuz? Bizim dede ve ninelerimizin kuşağı, bundan önceki büyük devletimizin düşmanlarca paramparça edilişi esnasındaki savaşlarda şehit düşenlerin yetim büyümüş çocuklarından oluşuyordu. Onlar hem acılarını hem de başlarına gelen bu felakete karşı direnişlerini türkülerle anlatıyorlardı. Sürekli o büyük acıyı diri tutarak, bana göre kurtuluş yolunu da açık tutmuş oluyorlardı. Nitekim bizi cephede yenebilmeyi başarmış düşman, asıl öldürücü bir sonuç almak için müziğimize ve bilhassa türkülere sinsi fakat şiddetli bir savaş açmıştır. "Türküleriyle savaşanlar" elbet kazanacaktı ve işte şimdilerde seferberlik senelerinin dul ve yetimlerinin torunları, köy kökenli okumuş nesiller türküleri miras olarak devraldı. Biz Cezayir türkülerini unutmadığımız için, Cezayir'in işgalcisi Fransa, Cezayir sokağında Fransız şarabı eşliğinde Frenk müziği çalınsın diye tonla para harcatıyor. Kendini tanımanın en sahih aracı Türküler bir milleti anlatır ama "Karpuz Kestim Yiyen Yok"u okuduktan sonra gördüm ki biz aslında türküleri anlamıyormuşuz. Kitabın alt başlığında "Türkülerimiz ve simgelerimiz hakkında ezber bozan yorumlar" ifadesi yer alıyor. Neden ezberini bozuyorsunuz insanların? O ifade, kitabı basılmadan önce okuma inceliğini gösteren sevgili dostum şair Cevdet Karal tarafından eklendi oraya. Ben de hayır diyemedim. Anlayamama meselesine gelince, olabilir, insan teki gibi toplumlar da bazen kendilerinin kim olduğunu unutmuş ve hatırlamakta da zorlanıyor olabilirler. Karanlık bir tipide geri dönüş yolunu işaret etsin diye aralıklarla bıraktığımız iz ve işaretler de tipi tarafından yutulmuş, birçoğunun üstü karla örtülmüş olabilir. Dönüp kendimize geleceğiz ama, ne kime gittiğimizi biliyoruz, ne de kendimizin kim ve nerede olduğunu. Ben birkaç türkünün örtüsünü aralamaya, pasını silip parıltısını göstermeye çalıştım. Kendimizi tanımanın en sahih bir aracı olduğuna inanıyorum türkülerin. Kitabın birinci bölümünde değirmen, su, buğday, güneş, hilal, kanatlı kapılar, kapı tokmakları, renklerin anlamı gibi ilginç kültürel unsurların şekillenmesinin seyrini anlatıyor ve çok alışılmadık yorumlar yapıyorsunuz. Sizin tüm bunları toparlamanız nasıl bir araştırma çalışmasının sonucu. Akademik anlamda bir araştırmaya ve bilimsel bulguya dayanmıyor. Sadece bildiklerimi birleştiriyor, eksik parçaları ilham ve sezgiyle tamamlıyorum. Selçuklu, İlhanlı ve Beylikler zamanında, yani yaklaşık 1100 ile 1400 seneleri arasında yapılmış medreselerin olağanüstü görkemli "taç kapılarının" aslında Hz. Ali'ye adanmış birer anıt olsun diye tasarlanmış olabileceğini söylüyorum. Çünkü "İlim bir şehirse, Ali ilmin kapısıdır" diyen hadisi biliyorum. İlim tedris etmek için yapılan binalar çok sade olduğu halde giriş kapılarının böylesine görkemli, yüksek birer şaheser olarak inşa edilmesinde elbette şaşırtıcı ve düşündürücü bir taraf var. Kapılardaki aslan kabartmaları da bana Hz. Ali için söylediğimiz "Allah'ın arslanı" sözünü hatırlatıyor. Bunun gibi. Edebiyat dergilerine kahramanınız Duran'ın, kaybettiği atı arayışıyla ilgili seri şiirler yazdınız. Bunların da adeta bir öyküsü vardı..Türkülerde sık rastlanan öyküleme ile sizin bu şiirleriniz arasında bir bağ var mı? Türküler de şiirimin beslenme kaynaklarındandır. Ancak bir tür mesnevi gibi tasarladığım ve kitaplaşınca adına "Kayıp Atlar Haritası" demeyi düşündüğüm o şiirlerin, sözünü ettiğiniz türden bir bağı yok türkülerle. Üstat Sezai Karakoç'la ve O'nun özellikle "Hızırla Kırk Saat" adlı eseriyle bir ilham bağı var. Ne zaman kitaplaşıyor yeni şiirleriniz? Çok uzun sürdü yazılışı, farkındayım. Ama inşaallah önümüzdeki yılın baharında basıma hazır olur. Durmuşoğlu Duran, henüz atını bulamadı. Yakın dönem projeleriniz neler? Nasreddin Hocaefendi'nin bazı hikâyelerine, türkülerde olduğu gibi çoğu ilham ve sezgisel bulgularla yazdığım yorumlar var. İlk fırsatta onları gözden geçirip yine Kaknüs yayınlarına vereceğim. Edebiyat üzerine yazdıklarımı da yakın zamanda kitaplaştıracağım. Günün birinde çekilir diye film senaryoları çalışıyorum. Yarım romanlarım da var..
|
|
|
|
|
|
|
|