AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Ebu Gureyb de ne?...

Bazen hiç akılda olmayan işler oluyor. Kafanızda hiç yolculuk yapma tasarısı yokken, bakıyorsunuz bir yerden bir çağrı.. tasarınızda olanlar bozuluyor, yeni bir tasarı geliştirmek zorunda kalabiliyorsunuz.

Böyle bir yolculuğa çıktığınızı tasarlayabilirsiniz. Aklınız herhangi bir konu üzerinde sabitlenmemiş. Belki, evet belki, menzile ne kadar zaman sonra ulaşacağınızı, o da, belirsiz bir tarzda, hayal edebilirsiniz. Deyin ki, Bolu Dağları'nın yamaçlarındasınız. Otobüsünüz, yoğun sisi zorla aralayarak ilerlemeye çalışıyor. Ve siz, bir an önce bir mola yerine ulaşma hevesindesiniz. Sis farları, sarı ışıklarıyla, ancak birkaç metre önünüze aydınlık sağlıyor. Otobüs, birinci, bilemedin ikinci viteste inleyip duruyor. Daha kaç zaman önceydi ki? Bu yoldan, yazın da geçmiştin. İçine yaman bir oksijen ferahlığı dolmuştu. Çam ağaçlarının tütsüsü, ciğerlerini yakarcasına arındırmıştı. Islak, ılık ve biraz serin bir baş dönmesiyle çamlardan burcuyan oksijeni ciğerlerine çekmek istemiştin. "Bu kadarı fazla" diyordun, "benim gibi, sıkış tıkış mahallerle içli dışlı olmuş birine, bu kadar oksijen, bu denli arı hava fazla.. bu kadarı beni hastalandırır…" Şimdi, o birkaç ay önceki yakıcı güneşi özlüyorsun. O güneşin sarışın ışıkları altında yaptığın yolculuğun güvenini düşünüyor ve yeniden aynı güvene sığınmak istiyorsun.

Kitabını ön koltuğun arkasındaki fileye yerleştiriyorsun. Bu bulanık havada okumanın imkânsızlığıyla karıncalanıyor düşünceler.. bir an içinde uyumak gibi bir şey.. bir düş mü, desem; uyanıkken görülen bir hülya mı.. yörede açılıp kapanan, dağılıp giden bir şeyler, uzaktan sızan cılız ışık parçacıkları.. ve o ahbap ses: "Yarım saat yemek ve ihtiyaç molası!"

Herkesle birlikte girilen o rutubetli salon. Bir kahvaltı tepsisiyle kendi kendine yaptığın servis. Bir pencere kenarına çekiliyorsun. Gocuğunun cebinden çıkardığın gazeteyi de, tepsinin bir yanına bırakıyorsun ve bir yandan kahveni yudumlarken, bir yandan da göz ucuyla gazetene bakıyorsun. "Ebu Gureyb" kelimesi ilişiyor gözüne. Ebu Gureyb de ne diye soruyorsun. Bu kelimeyi ilk kez işittiğini düşünüyorsun. Derken gazetenin spotu: "Irak'tan yeni işkence fotoğrafları: (Ve kısa açıklamalar): Fotoğraflardan birinde ABD komandoları Iraklı bir esirin kanlar içindeki kafasına silah dayamış olarak görünüyor. Başka bir fotoğrafta Iraklı esir yerde yatıyor ve bir asker esirin boğazına botlarıyla bastırıyor. Yine farklı bir fotoğrafta ise, Ebu Gureyb Hapishanesi'nde çekilen fotoğraflardaki gibi birbirine bağlı üç Iraklı esir ve üzerlerine oturan ABD askerleri yer alıyor. Fotoğraflarda yer alan ABD askerlerinin kimlikleri açıklanmadı. Irak'ta esirlerin tutulduğu on cezaevi bulunuyor. Bunlardan bazılarında kadınlar ve çocuklar var. Türkiye sınırına yakın Musul ve Süleymaniye'de de cezaevleri var. Irak kaynakları buralarda işkencenin aynen devam ettiğini..."

Yeniden yola çıkıldığında, birden nerden gelip nereye gittiğin dolambacına düşüyorsun. Felluce neresi, Ebu Gureyb neresi oluyorsun. Yoksa Bolu da yalan bir kent mi, diyorsun. Köroğlu Dağları diye bir yer yok mu? Bütün bunlar bir aldatmaca mı? Bir yerden bir yere gitmiyor muyum? Ne oluyorum? Ben var mıyım? Böyle soruların burgacı içinde dolana dolana bir Babil sarmalından aşağılara doğru kayıp gittiğini duyumsuyorsun…


12 Aralık 2004
Pazar
 
RASİM ÖZDENÖREN


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED