T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 25 ARALIK 2005 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
İZDÜŞÜM
Abdullah MURADOĞLU

Türkiye budur...

Başörtü yasağı, 12 Eylül darbesinin toplumumuza hediye ettiği bir gerilim ve çatışma malzemesi olarak güncelliğini koruyor.

Demek ki yirmibeş yıllık bir tarihi var.

Başörtüsü yasağını savunanların, "Bilmem kaç yıl önce neden üniversitelerde başörtülü öğrenci yoktu?" diye sorduklarına sıkça tanık oluyoruz.

Üstelik bunlar arasında sosyolog kisvesi taşıyan ve başörtülülerden "sıkmabaşlılar" diye söz eden bilim adamları bile var.

Açıklama, bir sosyologun dayanması gereken bilimsel temellerden yoksun.

Toplumsal sorunlarda sosyologun görevi, olguyu irdelemek, enine boyuna araştırıp ne olduğunu anlamak olmalı. Ne yazık ki sorun, anlamaya değil 'anlamamaya' kilitlenmiş durumda.

Üstelik, başörtüsü sorunu, laiklikle ilgili bile değil bana göre. Başörtüsü, diğer pek çok sorun gibi, siyasi. Ülke siyasetinin demokratik mekanizmalar içinde yürütülmesini engellemeye dönük bir manivela. Maalesef bizim ülkemizde de siyaset, "Öteki"ne düşmanlıkla besleniyor.

Üstelik, çoğun "hayali öteki düşman" olarak üretiliyor, adı şu ya da bu oluyor sadece. Başörtüsü, salt laiklikle ilgili olsaydı, laikliği bir yaşam tarzı olarak benimseyenlerin yasağa karşı çıkması gerekirdi. Yaşananlar, tersini gösteriyor.

Başı açık-başı kapalı, dört kızkardeş ağabeyi olarak söylüyorum. Özellikle 1970-1980 arasında Türkiye'nin yaşadığı kanlı iç çatışma yüzünden binlerce mütedeyyin aile kız çocuklarını üniversiteye göndermektense, başgöz edip evlendirmeyi tercih etti.

Öte yandan Türkiye, tek parti rejimi yaşadı. Çok partili yaşama geçince, halk siyasete katılmaya başlayınca, daha önce talep etmediği pek çok şeyi talep etmeye başladı. Bu modern demokrasinin gerekleri-gerçekleriyle de yakından ilgiliydi. Halk etkisi önemli olmaya başlayınca, Devletin kendisi olan CHP Hükümeti İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü açmak zorunda kaldı. Dolayısıyla mütedeyyin insanlar, demokrasi sürecinde kız çocuklarını önce liselere, İmam-Hatiplere, sonra da üniversitelere gönderdiler. Başörtülü öğrenciler de diğer kardeşleri gibi laik eğitim sürecine katıldılar. Kafeslerinden çıkıp, kendi kaderlerini kendileri tayin etmeye başladılar. Ne dışardan geldiler, ne gökyüzünden indiler. Ortaya çıkışları, bizatihi kendi varlıklarıyla ilgiliydi.

Atatürk'ün 1923'te Konya Kızılay Kadınlar Kolu'nun verdiği çay davetinde söyledikleri tam da bu yöndedir:

Bu ülkenin kadınları toplumun bilim, sanat ve sosyal yaşamına katılmalıdır.

Bu yüzden Atatürk, erkeklere kıyafet sınırlaması getirdiği halde tesettüre resmi kısıtlama getirmedi. 1960'larda Hatice Babacan Olayı'nda olduğu gibi, yaşanan münferit talihsizlikler, bazı yetkililerin işgüzarlığından başka bir şey değildi.

Kısıtlama, özellikle başörtüsü yasağını savunan solcularımızın 27 Mayıs'ın rövanşı olarak niteledikleri ve şiddetle eleştirdikleri 12 Eylül darbesiyle geldi. 27 Mayısçılar bile sevecen tavırlarla, çarşaflı yoksul kadınlara manto dağıtmaktan öteye gitmediler.

Dahası var. Atatürk ölmeden iki ay kadar önce devlet mecmuası olarak basılan ve yabancı ülkelerde dağıtılan La Turquie Kemaliste'in kapağında başı açık ve başı kapalı genç kızlar yan yana, omuz omuzadır. Gösterilen tablo açıktır:

Türkiye budur.

Bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Fazla söze hacet yok.

Durum budur.


Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi