T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
S İ N E M A 23 ARALIK 2005 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

SİNEMA
Ali Murat GÜVEN

Mükremin'in 'yönetmen'e dönüşme sancıları

"Vizontele"de sürünen,"Vizontele Tuuba"da ise emekleyen Yılmaz Erdoğan, üçüncü yönetmenlik denemesi "Organize İşler"de artık rahatça yürüyor...

HAFTANIN FİLMİ
ORGANİZE İŞLER
2005 / Türkiye Yapımı
Sanat Yönetmeni: Yaşar Kartoğlu
Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak
Kurgu: Mustafa Preshava
Müzik: Ozan Çolakoğlu
Yönetmen: Yılmaz Erdoğan
Oyuncular: Yılmaz Erdoğan, Tolga Çevik, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Özgü Namal, Cem Yılmaz, Başak Köklükaya, Ebru Akel, Erdal Tosun, Tuncer Salman, Öner Erkan, Berrak Tüzünataç, Berfin Erdoğan
Süresi: 100 dakika
Şiddet Şiddet Şiddet Cinsellik Sömürüsü Cinsellik Sömürüsü Argo Argo Argo

Bu sayfada sık sık yapmaya çalıştığım gibi, "Organize İşler"in tanıtımında da sizlerle açık konuşmam gerekiyor. Her türlü abartılı övgü ve yergiden arınmış bir şekilde âdil sinema sohbetleri gerçekleştirebilmemiz için bu tutum çok gerekli çünkü...

Yılmaz Erdoğan, kanımın pek fazla ısınamadığı bir sanatçı... Tıpkı -kalabalık dans gösterileri uzmanı olma iddiasındaki- ağabeyi Mustafa Erdoğan gibi onun da isminin geçtiği bütün projelere karşı hep mesafeli durmayı yeğlemişimdir. Kendi kulvarlarında öyle ya da böyle birer markaya dönüşmüş olan bu iki medya kahramanı, ortaya koydukları işlerin tanıtım stratejileri itibarıyla bana öteden beri biraz fazla "gürültücü" ve "rating avcısı" geliyorlar. Bir de politik görüşlerini yüreklilikle açıklama noktasında bir miktar samimiyetsiz... Sakın ola yanlış anlaşılmasın, buradaki konu sadece kendilerini konumlandırdıkları siyasî pozisyon değil aslında; çünkü daha birkaç hafta önce sinemamızın en yetenekli solcularından birinin -Çağan Irmak- "Babam ve Oğlum"una yine bu sütunlarda fazlasıyla hak ettiği övgüleri hiç çekincesizce yağdırmıştık.

Ama, Yılmaz Erdoğan ve ağabeyinin durumu biraz daha farklı... Bu iki birader, yıllardan bu yana, içi ağzına kadar oyuncak dolu bir odaya biraz gecikmeli olarak girme fırsatı elde etmiş ve o yüzden de -âdeta yitirdikleri çocukluklarının acısını çıkarırcasına- ortalığı şuursuzca kırıp geçiren iki kart delikanlı havasındalar. Ve siyasal anlamda da bilinçli bir kamuflajı yeğleyip doğrudan doğruya "açık tribün"e oynuyorlar. Dikkat edin, ne kadar sıkıştırılırsa sıkıştırılsınlar, her iki Erdoğan'ın ağzından da "dünya görüşleri"ne ilişkin sınırı aşabilecek bir tek söz çıkmamıştır bugüne kadar. Söyleşilerinde sarfettikleri her cümle son derece kontrollü ve belki de bin ayrı süzgeçten geçmiş oluyor. Ama bizler, caimadaki renkli ilişkilerimizden dolayı, özellikle büyük Erdoğan'ın tutturduğu siyasî çizgiyi de gayet iyi bilmekteyiz. O yüzden, aslında yanlış olmakla birlikte, sektörde organizatörlük anlamında çok kötü bir şöhrete sahip olan "ağabey"den dolayı "kardeş"e de özel bir çekincem mevcut...

Adım adım olgunlaşan bir sinema dili

Buna karşılık, şimdi de sıra vicdanımın sesine kulak vermeye geldi. Yılmaz Erdoğan'ın ilk yönetmenlik denemesi "Vizontele"yi hiç, ama hiç sevememiştim. Sözünü ettiğim o geçkin delikanlının parayı bulunca kendini kaybedişinin grotesk bir ifadesiydi bu. Birkaç yerinde kahkaha attıran, yine birkaç yerinde de hafifçe tebessüm ettiren, ama onun dışında fazlasıyla yerel, Edirne'den ötelerde hiç kimsenin pek bir şey anlayamadığı son derece içe dönük bir öykü... Üstelik, "Bol buldum parayı, tepe tepe kullanırım uçan kamerayı" gibi teknik abartılar da cabasıydı.

Ama "Vizontele Tuuba"yı görünce, fikrim hafiften değişmeye başladı. Ayağı yere çok daha sağlam basan bir filmdi bu ve görünen o ki Erdoğan yönetmenlik yolunda hiç de yerinde saymıyordu.

Ve aynı adam, sinemaya tutkuyla bağlı bütün gerçek sinemacılar gibi, şimdi de bu yola bir servet dökerek (bu son filmin 3,5 milyon dolara mâlolduğu söyleniyor) beyazperdede üçüncü önemli adımını attı. Takdir etmemek için taş kalpli olmak gerek, çünkü bir taraftan aralıksız tiyatro yapıyor ve reklâmlarda oynuyor, öte taraftan ise bu yoldan kazandıklarını tekrar tekrar film şeritlerine harcıyor. Üstelik, Türk sinemasına her seferinde farklı teknolojik yenilikler getirerek... Bu tavrıyla, Yeşilçam'ın kıdemli yapımcılarından Türker İnanoğlu'nun "sinemadan kazandığını sinemaya yatırma" yönündeki o ünlü geleneğinin genç kuşaktaki en ciddi mirasçısı konumunda bana göre. O yüzden biraz da Levent Kırca'ya benzetiyorum kendisini. Hani Kırca da reklâmdan, diziden, şuradan buradan biraz para kazandığında elinde avucunda ne birikmişse gözünü kırpmadan ya bir sinema filmi çekmeye ya da gösterişli bir tiyatro oyununu sahneye koymaya harcar ya, Erdoğan'da da aynı tutkulu tavır mevcut...

Hâl böyle olunca, benim de ülkemizde kendine özgü bir mizah anlayışının kurucusu olan bu coşkulu sanatçının çabaları karşısında, itici bulduğum kimi yönlerini görmezden gelip ona saygı duymaktan başka seçeneğim kalmıyor.

"Organize işler", Yılmaz Erdoğan'ın gitgide geliştirdiği yönetmenlik dilinin şimdilik en iyi örneği olarak bugünden itibaren sinemalarda... Film, suç oranlarının gitgide artmakta olduğu İstanbul'da bu gidişten illallah demiş halkın kurtarıcılığına soyunan bir Türk süpermeni ile şehri adım adım ele geçiren Türko-Kürdo "mafioso"ların serüvenlerini anlatıyor.

Yıllar sonra yeniden "geniş perde"

Hani, yıllardır "Film, sinemada izlenir" diye ağızlara pelesenk olmuş bir slogan vardır ya; birilerinin aslında dürüst davranıp yıllar önce bu sözü, "Yabancı filmler sinemada izlenir; ama yerli filmler için sinemada izlemekle 37 ekran bir televizyonda izlemek arasında görsel açıdan hiçbir fark yoktur" şeklinde esaslı bir bakımdan geçirmesi gerekiyordu. Çünkü, sonuçta bir "geniş perde" gösterisi olan sinemada, çeyrek yüzyıldır o perdeyi dolduracak formatta bir tek "cinemascope" Türk filmi bile göremedi şu zavallı gözlerimiz. Kutu gibi 4:3 formatında, üstelik de ses ve görüntü açısından sapır sapır dökülen Türk filmlerini bizlere yıllar boyunca "sinema" diye bir güzel yutturdular. İşte, Erdoğan öncelikle sinemamızdaki bu "cinemascope" film çekme korkusunu (ya da üşengeçliğini, ya da yeteneksizliğini) yıkıyor ve bizi yıllar sonra hem 6 kanallı dolby dijital ses kaydına sahip, hem de geniş perde (2.35:1) ölçeğine göre çekilmiş bir Türk filmiyle tanıştırıyor. "Organize İşler"in jenerik, banyo, ışıklandırma, ses kayıt ve görüntü yönetimi gibi noktalarda geleneksel Türk sineması standartlarının çok ilerisinde olduğunu özellikle vurgulayalım. Bunda da yurt dışından gelen profesyonel teknik ekibin büyük katkıları var elbette... Meslek hayatına 1974'de, ünlü "Odessa File" filminde başlayan deneyimli ses mühendisi Alan O'Duffy, "Vizontele"den beş yıl sonra bir kez daha Erdoğan ile kameranın arkasında buluşmuş ve sesli çekimde yakın dönem sinemamızın en temiz işlerinden birine imza atmış. Aynı şekilde, son yıllarda "Armageddon", "Ronin", "Gladyatör" ve "Da Vinci Şifresi"gibi bir çok önemli filmin hava çekimlerini gerçekleştirmiş olan pilot kameraman Frederic North'un "Super Gyron FS" kamera sistemiyle çektiği İstanbul görüntüleri de filmin teknik açıdan bir diğer önemli kozunu oluşturuyor. Teknik alandaki bu profesyonel dış desteği, ülkemizin yetiştirdiği en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olan Uğur İçbak'ın usta işi kamerası da pek güzel tamamlamakta. Bu arada, yine son yıllarda kurgu alanında Türkiye'nin bir numaralı ismi hâline gelen sevgili Mustafa Preşeva'nın özenli makasını ve Yaşar Kartoğlu'nun sanat yönetimini de saygı ve takdirle analım.

Oyunculukta geleneksel BKM kalitesi

Film, oyuncu yönetimi açısından da önceki Erdoğan denemelerine göre çok daha yüksek bir düzey tutturuyor. BKM (Beşiktaş Kültür Merkezi) ekibinin yönetmenle yıllardır içli dışlı olmaktan kaynaklanan o rahat, işini bilen performanslarının bu filmde artık iyice olgunlaştığını gözlemledik. Ancak, hemen belirtmek gerekiyor ki "Organize İşler" bir Cem Yılmaz tekli gösterisi değil; Yılmaz filmde -tıpkı ilk Vizontele"de olduğu gibi- hoş bir renk, lezzetli bir yemek üstü tatlısı konumunda. Dahası, oldukça da ciddi bir rolde. O nedenle, filme bir "Cem Yılmaz kahkaha fırtınası" beklentisiyle gidecek olanlar belli bir hayâl kırıklığına uğrayabilir.

Öyküde bazı ufak tefek aksilikler mevcut ama, Türk sinemasının gelişip güçlenmesini can-ı gönülden arzulayan biri olarak, bunları ön plana çıkartan bir değerlendirmeyi anlamsız buluyorum. Bugüne kadar, ne denli kötü olursa olsun hiçbir Türk sinema filmine tek yıldız vermedim, vermem de... Çünkü, ulusal sineması bu denli köşeye sıkıştırılmış olan bir ülkede üç tane gözü kara insanın biraraya gelip yetersiz bir film denemesine girişmeleri bile benim açımdan en az iki yıldızı hak eden soylu bir çaba... Zaten, "Türk sineması"nın soldaki listede en başta durması da bu bilinçli kayırmanın bir sonucu... Ulusal sinemamız sözkonusu olduğunda "önce can, sonra canan" demeye devam edeceğiz.

Hem zaten Yılmaz Erdoğan da bu işi eleştirmenlerin kendisini arkadan itelemesine gerek duymayacak ölçüde başarmış gözüküyor. Bir başyapıt olmasa bile, en azından ciddi bir cesaret gösterisi olarak sinema tarihimizde kendine özgü izler bırakacak bir film "Organize İşler"... Buna karşılık, sözün burasında, geleneği bozmamak adına küçük bir eleştirimi de aktarayım bari: Filmin afiş çalışması oldukça şık, ancak tanıtım fotoğraflarının çekimi bana biraz üstünkörü yapılmış gibi geldi. Basına dağıtılan kareler, öykünün ruhunu ve iddiasını yansıtmaktan çok uzak kalmış. Böylesine iddialı bir prodüksiyon için öyküyü çok daha iyi simgeleyen, daha planlı fotoğraflar çekilebilirdi.

Son olarak, "Hey gidi hayat hey" diyorum, "Biraz gayret ve masraf gerektiren her türlü uçtulu-kaçtılı sahnenin hiç uğraşılmadan derhal yabancı bir filmden araklanıp kendi filmlerimize utanmazca yapıştırıldığı o derme çatma sinema çağında büyümüş bir izleyici olarak, bu günleri görmek de nasip olacak mıydı şu yorgun gözlerime! Ama oldu işte... Gıcır gıcır ve cinemascope bir görüntü, tertemiz gibi bir ses, özel efektin daniskası, birbirinden hoş oyunculuklar... Ve hepsinin bileşiminden ortaya çıkan eğlenceli bir seyirlik...

Son söz olarak, "Gidin ve çağdaş Türk sinemasının pırıltılı yükselişinin canlı tanığı olun" derim...

YÜREĞİMİZİ DELİP GEÇEN FİLMLER
'Feodalite'den 'kapitalizm'e geçişin isimsiz kurbanları

19. yüzyılın sonları... Kuzeyin soğuk ülkesi İsveç'te halk açlık ve işsizlikten kırılmaktadır. Çaresizlik içindeki bir grup İsveçli, bulabildikleri bir takaya atlayarak Danimarka'nın Bornholm adasına gelirler. İş bulabilme imkânları açısından İsveç'e göre bir gömlek daha iyi durumdaki bu komşu ülkeye ayak basanlar arasında, "tekne kazıntısı" küçük Pelle ve onun dedesi olacak yaştaki babası Lasse de vardır.

Eşini daha ülkesindeyken yoksulluğun doğurduğu hastalıklarda yitirmiş olan yaşlı baba ile yetim oğlu, ırgat pazarında yaptıkları türlü cambazlıklardan sonra, bölgenin en büyük toprak ağalarından birinin çiftliğinde iş bulmayı başarırlar. Uçsuz bucaksız tarlalara sahip olan bu çiftlik, zamanla Pelle için dünyanın bir tür "özet"ine dönüşecek ve küçük adam burada yaşadığı kâh acı, kâh tatlı olaylarla hayatı adım adım öğrenerek büyüyecektir. O yüzden de senaryo ona, "hayatı fetheden" anlamındaki bu anlamlı lâkabı uygun görmüştür.

Türkçe Adı: "Fatih Pelle"
Orijinal Adı: "Pelle Erobreren"
Yapım Yılı: 1987
Ülke: Danimarka-İsveç Ortak Yapımı
Süre: 157 Dakika
Yönetmen: Bille August
Senaryo: Bille August (Martin Andersen Nexø'nun aynı adlı romanından)
Müzik: Stefan Nilsson
Görüntü Yönetimi: Jörgen Persson
Kurgu: Janus Billeskov Jansen
Oyuncular: Pelle Hvenegaard, Max von Sydow, Erik Paaske, Björn Granath, Astrid Villaume, Axel Strøbye, Troels Asmussen, Kristina Törnqvist, Karen Wegener, Sofie Gråbøl
Uluslararası İzleyici Yargısı: 7.7 / 10 (Kaynak: Internet Movie Database)
Yakın dönemden dört dörtlük bir sinema gösterisi... 1987 yapımı bu unutulmaz film, "İyi sinema ABD'den, hadi o da olmazsa İngiltere'den çıkar" diyen Hollywood müptelalarına iki İskandinav ülkesinden gelen sıkı bir cevap olmuştu. Başta 1988-En İyi Yabancı Film Oscarı ve aynı yılın Cannes Film Festivali Altın Palmiye'si olmak üzere toplam yirmi önemli ödüle sahip olan "Fatih Pelle", senaryo, oyunculuk, müzik, görüntüleme, kostüm, kurgu, yönetim; kısacası bir başyapıt için gereken her türlü olumlu niteliğe fazlasıyla sahipti. Bu yüzden de çok kısa bir süre içinde çağdaş sinemanın "insan sıcaklığı" taşıyan simge filmlerinden birine dönüştü. Hele de Ingmar Bergman'ın fetiş oyuncusu Max von Sydow'un hayat yorgunu baba Lasse rolündeki o performansı yok mu... Sydow, "Fatih Pelle"de oynamıyor, bu rolü düpedüz "yaşıyor." Tabiî, bu arada, binlerce aday arasından titizlikle seçilen küçük oyuncu Pelle Hvenegaard'ın içten oyununu da gözardı etmemek gerek...

"Derin sinemasever" olma iddiası taşıyıp da henüz Bille August'un "Fatih Pelle"sini izlemediyseniz, bu konuyu siz sözkonusu filmi görene kadar hiç açmayalım daha iyi... Çünkü, sinema tarihindeki pek az film, ömrünüzden koparıp kendisine sunacağınız bir üç saati böylesine şiddetle hak ediyor.

YENİ ŞAFAK / SİNE-BULMACA
Ölüm cezası üzerine dürüst bir sorgulama

Bu hafta sizlerden 1995 tarihli bir Amerikan cezaevi dramasını hatırlamanızı isteyeceğiz. Sadist suç ortağıyla birlikte nişanlı bir çifti ormanlık bir alanda katleden kenar mahalle delikanlısı Matthew, yargılamasının sonunda zehirli ilaçla idama mahkûm edilir. Kendisini sahipsiz insanlara adayan rahibe Helen ise bu genç adamı suça iten toplumsal koşulların farkındadır ve onu ölümden kurtarabilmek için zorlu bir hukuk mücadelesi başlatır. Ancak, yardımsever rahibenin suçluyla empati kurmaya yönelik bu insancıl yaklaşımı, kurbanların acılı ailelerinde ve olayı kafalarında çoktan bitirmiş olan adliye görevlilerinde derin bir rahatsızlık uyandıracaktır. Sonunda beklenen "mutlu son" gerçekleşmez ve -suçlu ya da suçsuz- bütün insanların yaşama hakkının kutsal olduğuna inanan Helen, her türlü gayretine rağmen yenilir. Artık Matthew'ya yapabileceği son bir yardım vardır: Utanç verici bir suç işlemiş olan genç adamı infaz odasına bizzat yolcu etmek...

Sinema tarihinin en dokunaklı ve işlediği konu itibarıyla da en dürüst finallerinden birine sahip olan, son derece saygıdeğer bir film... Hiçbir biçimde suçu ve suçluyu aklamaya çalışmayan dengeli senaryosuyla, ölüm cezası karşısında tam ortada durmayı başarıyor. Matthew'nun, ölümünden birkaç dakika önce, katlettiği gençlerin -kendisini izlemeye gelmiş olan- öfke dolu ailelerine camekânın ardından yaptığı özür konuşması, yalnız kendininkine değil, gerçek hayattaki binlerce suçlunun psikolojisine de ışık tutuyor aslında...

Müzikleriyle de unutulmazlar arasına giren bu çağdaş sinema klasiğinin İngilizce orijinal adı, ayrıca yönetmeninin, baş erkek ve kadın oyuncusunun adları nedir? Eksiksiz cevaplarınızı 29 Aralık 2005 Perşembe günü saat 12.30'a kadar 2001kubrick@e-kolay.net elektronik posta adresine bekliyoruz. Doğru cevapları verenler arasından bilgisayarın rasgele yapacağı seçimle belirlenecek olan üç okurumuz, Michael Cimino'nun'in 1978 tarihli başyapıtı "The Deer Hunter"in birer DVD'sini kazanacaktır.

GEÇEN HAFTANIN CEVAPLARI
16 Aralık 2005 Cuma günü sorduğumuz sorunun doğru cevapları şöyle:

- Filmin Orijinal Adı: Marathon Man (1976)
- Yönetmeni: John Schlesinger
- Başrol Oyuncuları: Dustin Hoffman, Lawrence Olivier (Dr. Christian Szell), Roy Scheider

Yarışmamıza yurt çapında toplam 122 katılım gerçekleşti ve bunlardan 103'ü yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. 22 Aralık 2005 saat 13.00 itibarıyla bilgisayar programının rasgele seçtiği talihlilerimiz:

- Sümeyye Güz / Esenler-İstanbul
- Murat Korkmaz / Büyükorhan-Bursa
- Hüseyin Silah / Siirt

Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("Full Metal Jacket", Yön: Stanley Kubrick) taahhütlü postayla adreslerine gönderilmiştir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!"

Önemli not: "Sine-Bulmaca"nın ilk üç haftasında, pek çok okurumuzun sorulara doğru cevap vermiş olmakla birlikte ad-soyadları ve açık adreslerini mesajlarına eklemeyi unuttukları görülmüştür. Yeni Şafak Sinema Servisi, bu durumdaki katılımcıları elektronik posta mesajlarıyla uyarmakla birlikte, sonuçta eksik cevapların oranı tek tek uyarmakla baş edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Lütfen cevaplarınızı, ekli bilgilerin hiçbirini atlamadan gönderiniz.

SİNE-ANSİKLOPEDİ
Şaryo: Kameranın, görüntüsü kaydedilecek cisimlere objektifteki "zoom" düzeneğiyle optik olarak değil doğrudan doğruya fiziksel olarak yaklaşması istendiğinde, "şaryo" adı verilen ve görünüş itibarıyla kısa bir tren yolunu andıran portatif raylar kullanılır. Hareketin olacağı yöne doğru döşenen bu rayların üzerine de tekerlekli bir vagon yerleştirilir. Bu vagon, üzerinde kamera ve kameraman çalışır durumdayken, çekimi yapılan cisme doğru uygun bir hızla itilir ya da cisimden geriye doğru çekilir. Böylelikle izleyicilerin gözünde "optik zoom"un sağladığından çok daha farklı görsel etkileri olan bir yaklaşma ya da çekilme algısı yaratılmış olur. "Şaryo" (charriot) "ray" anlamına gelen Fransızca bir sözcüktür. Bu tür görsel manevraları sağlayan raylı ya da tekerlekli ekipmanların ABD-İngiliz sinema endüstrisindeki karşılığı ise "dolly"dir.

Travelling (Trevılin') : İngilizce "seyyar" anlamına gelen bu sözcük, sinema endüstrisinde ise kameranın yerden kopup dikey, yatay ya da çapraz yönlerde büyük ölçekli hareketler yapması, yer seviyesindeki bir çok fiziksel engeli özgürce aşarak çekim yapması anlamına gelir. Kameranın bu tür iddialı manevraları gerçekleştirebilmesi, başta "crane" olmak üzere bir dizi mekanik alet sayesinde mümkün olabilmektedir.

Crane (Kıreyn) : Kameranın basit bir üç ayağa bağlı olarak ya da insan bedeni üzerinde gerçekleştiremeyeceği türden büyük ölçekli, hızlı ve düzenli manevralar yapmasını sağlayan mekanik araç, kamera vinci. Çekilecek planın gereksinimlerine göre, birkaç metreden başlayıp bir apartman boyuna dek çıkabilen "crane"ler mevcuttur. "Crane"in aşamalı ve karmaşık manevraları bir kamera operatörünün kol kuvvetiyle yönlendirilebildiği gibi, yapılacak bütün manevralar en başından cihazın bilgisayarına da yüklenebilir. Bilgisayar, sistem çalıştırıldığında kameraya önceden programlanmış olan hareketleri hiçbir sapma yaşanmaksızın aynen yaptırır. Görüntü kaydı sırasında olağanüstü manevraların gerçekleşmesine imkân tanıyan bu cihaz, ülkemizin sinema-televizyon sektöründe yıllar içinde oluşmuş yaygın bir yanlışlık eseri, en ünlü "crane" markalarından biri durumundaki "jimmy jib" (ABD) adıyla tanınmaktadır.

Flashback (Fleş-bek) : Bir filmin öyküsünde, olayların yaşandığı andan kopup zaman içinde geriye sıçrama durumu. Sözgelimi, kahramanın bir anda çocukluğunu hatırlaması ve görüntülerin onun çocukluk günlerine dönmesi. Görsel dildeki en eski ve popüler ifade biçimi ise şimdiki zamana ait görüntüyü adım adım bulanıklaştırıp, geçmişe ilişkin görüntülere geçerken yeniden netleşmedir. Ancak, çağdaş sinemada "flashback" için daha birçok görsel anlatım biçimleri türetilmiştir.


  DİĞER YAZILAR
  • Sinema Sayfası - 16 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 9 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 2 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 25 Kasım 2005 Cuma
  • Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi