AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Bugünkü Yeni Şafak
Y A Z A R L A R
"Hanım! Burada kıyametler kopuyor; korkuyorum…"

- "Ferid Kam dinsever miydi?"

Bu soru, Ferid Kam'ı (öl. 1944) eserlerinden tanıyanlara tamamen mânâsız gelecektir; hem de "Mehmed Akif dindar mıydı?" suali kadar abes ve mânâsız... Oysa talebelerinden Agâh Sırrı Levend, bizzat bu soruyu sormuş ve ardından da şöyle demiştir:

- "Bu soru, Üstad'ı tanıyanlarca çok defa tekrarlanmıştır. Bütün meselelerde olduğu gibi, din bahsinde de serbest düşünceli olan Üstad'ın dinî yazılarını okuyanlar, konuştukları ile yazdıkları arasında aykırılık bularak böyle bir soruda bulunmakta kendilerini haklı görebilirler." ("Profesör Ferit Kam, Hayatı ve Eserleri", s. 26, İstanbul, 1946)

Çok iyi bildiği Arapça ve Farsça aracılığıyla İslâm düşüncesinin üç ana damarında (Kelâm, Felsefe, Tasavvuf) derin tedkiklerde bulunmuş olan Ferid Kam -ki medrese ilimlerinden icazetlidir-, Fransızcası aracılığıyla da modern Batı düşüncesini kendi kaynaklarından incelemiş ve muhtelif felsefe çevirileri de neşretmiştir. Nitekim çevirileri bir yana, Kam'ın telif eserlerine vâkıf olanlar, kendisinin vukûfiyet ve salâhiyetini takdir etmekte zorlanmazlar.

Gençliğinde Kelâm ilimleriyle meşgul olan Kam, daha sonra tasavvuf vâdisine adım atar, ardından da felsefe okumaya başlar. İşte bu sıralardadır ki büyük bir fikir buhranı geçirir:

- "O zaman kafasının içinde kopan fırtına ile benliğinin sarsıldığını, manevî varlığının bir uçuruma kaymakta olduğunu duydu. Bu, onun fikir hayatının ilk ve en kuvvetli buhranı idi. Bu buhran zamanlarında anlayışı bunalmış ve sinirleri bozulmuş bir halde eşine koştuğu ve kafasını göstererek, "Hanım! Burada kıyametler kopuyor; korkuyorum, korkuyorum..." diye bağırdığı olurmuş." (s. 20)

Ferid Kam'ın -tıpkı dostu Akif gibi- bir Mesnevî âşığı olduğu gayet iyi bilinir. Nitekim çeşitli tekkelere gitip muhtelif şeyhlerden el almakla birlikte hiçbirinde aradığını bulamamış ve en nihayet imdadına Mesnevî-i Şerif yetişmiştir.

Fakat kişinin mizacı, yazgısını tayin eder gibidir. Ferid Kam'ın kuşkuculuğu sadece tefekkürünün değil, mizacının da eseridir:

- "Hakikatte Ferid Kam'ın bu kadar olgunluğuyla beraber kendini bir çocuk haline koyan, hatta bazı kere deli eden zayıf bir tarafı vardır: vehmi ve şüpheciliği. Gerçekten vehim onda bir hastalık, hatta delilik halindedir." (s. 37)

En çok sevdiği, en çok sohbet ettiği kişiler şunlar: Mehmed Akif, Fatin Gökmen, Tahir'ul-Mevlevî, İsmail Saib Efendi, Babanzâde Ahmed, İzmirli İsmail Hakkı, Süleyman Nazif...

Abdülbaki Gölpınarlı da Ferid Kam'ın talebelerindendir. Agâh Sırrı'nın eserine gönderdiği mektubun haricinde, Gölpınarlı'nın, hocasının vefatından 5 yıl sonra yazmış, 9 yıl sonra bir vesileyle yayımlamış olduğu -erbabının dahi meçhulü bulunan- bazı açıklamalarını aktarmak isterim:

- "(...) Söz buraya gelince, İstanbul Üniversitesi İran Edebiyatı müderrisi rahmetli Ferit Kam'ı hatırladık. Rahmetliyi tanıyanlar bizi tasdik ederler. Üstadımızı sabahleyin görürdük ki tamamiyle tenzîh-i mahz ehlindendir, hatta ehl-i tenzîhin muktedasıdır. Fakat aynı günün öğle çağında üstad, ârif-i kâmil olur ve tasavvuf mezhebini bütün mezheplere tercih ederdi. İki üç saat sonra ise tasavvuf mesleğini tamamiyle gayr-i İslâmî görür ve inkâr ederdi. Geceleyinse görürdük ki üstadımızın önünde, "dürre-i beyza" dediği suyla karışık bir rakı kadehi durmada. Üstad nutka başlar ve derdi ki: "Bütün inanışlar, insan fikrinin mevlûdudur. Kendimize cenneti de hazırlayan biziz, cehennemi de hazırlayan biz."

Bir gün İbn Teymiyye'yi sever, bir gün Mevlânâ'nın meczubu olur, bir an cibilli vehminin tesiriyle ıstıraplara düşer, kıvranıp durur, bir zamansa bütün tekliflerden, kayıtlardan âzâd olurdu. Kendisini tavsif ederken, "Kısa günde" derdi; "yedi mezhebe girer, yedi meslekten çıkarım. Bir inanışta sebat, sulp [katı] zekâların hassasıdır. Seyyâl zekâ, zarftan zarfa boşalır ve hangi zarftaysa onun rengini, şeklini alır." Rahmetli üstad, benim nazarımda Hayyam'ın bir numûnesidir." ("Hayyam, Rubailer ve ...", İstanbul, 1953)

Kemâle erme çabalarının bedeli budur: hem düşüncenin hem de duygunun hakkını vermeye çalışmak; hem ilimle hem irfanla veya hem düşünceyle hem sanatla hakikatin peşine düşmek... Tâlib, bunlardan sadece birini ihmal etse buhran filan geçirmez; aksine buhran zannettiği bazı bildik gerginliklerden ve sıkıntılardan ibaret kalır. Demek oluyor ki "Hanım! Burada kıyametler kopuyor; korkuyorum, korkuyorum..." diyen bir zekânın ızdırabını göze alamayanlar kendi işlerine bakmalıdırlar; zira yükseklerden düşüş, ziyadesiyle şiddetli olur.

Hakikat, peçesini tâlibine sorular aracılığıyla açar. Her defasında karşılaşılan bir cevap değil, daha sahih bir sorudur. Soru varsa, kuşku vardır. Kuşku varsa, buhran da vardır. Yoksa, emin olunuz ki ortada ciddiye alınabilecek hiç ama hiçbir şey yoktur.


24 Eylül 2005
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu
Online İlan

ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
Sağlık | Arşiv | Bilişim | Dizi
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED