T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
S İ N E M A 6 OCAK 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

SİNEMA
Ali Murat GÜVEN

Yerli film bolluğu iyi güzel, ama...

Aynı anda iki Türk komedi filmi, "Hababam Sınıfı Üç Buçuk" ve "Keloğlan Kara Prens'e karşı" gösterimde... Sinema salonlarında Türk filmlerinin artması sevindirici de biz "hayattaki tek derdi sabun köpüğü tarzı filmlere gidip bol bol gülmek" olan bir millet miyiz?

Hababam Sınıfı Üç Buçuk
2005 / Türkiye Yapımı
Yönetmen: Ferdi Eğilmez
Oyuncular: Mehmet Ali Erbil, Seda Sayan, Şafak Sezer, Mehmet Ali Alabora, Peker Açıkalın, Cengiz Küçükayvaz, Melih Ekener, Kibariye, Halit Akçatepe
Dağıtıcı: Özen Film
½
Şiddet Cinsellik Sömürüsü Argo Argo Argo

Koskoca bir sezon boyunca bir tek Türk filmi bile göremediğimiz, eskaza üretilen örneklerin de az sayıdaki salonlarda en fazla bir hafta dönebildiği o kasvetli 1990'lardan, aynı anda iki Türk filminin gösterime girdiği, en az birkaç tanesinin gösteriminin de haftalardır sürdüğü umut ve kıvanç verici bir sürece ulaştık 2000'lerde...

Buraya kadar herşey gayet güzel; ilk bakışta son derece sevindirici bir gelişmeyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Ki Türk filmlerinin kimi teknik ve içerik kusurlarını (sinemadan anlamamakla suçlanmak pahasına) inatla görmezden gelen, onları bu sayfalarda her açıdan kayırmaya çalışan biri olarak, ardı ardına kıyılarımıza vuran bu yerli dalgadan en fazla keyif alan sinema editörlerinden biri de benim...

Keloğlan Kara Prens'e Karşı
2005 / Türkiye Yapımı
Yönetmen: Tayfun Güneyer
Oyuncular: Mehmet Ali Erbil, Özcan Deniz, Petek Dinçöz, Ahu Türkpençe, Gazanfer Özcan, Bülent Polat, Nükhet Duru, Hakan Bilgin, Ekin Türkmen
Dağıtıcı: Kenda Film
½
Şiddet Şiddet Şiddet Cinsellik Sömürüsü Cinsellik Sömürüsü Cinsellik Sömürüsü Argo Argo Argo

Ama, nedir kardeşim senaristlerimizin "ayaküstü komedi"ye bu abartılı düşkünlüğü yahu? "Kahpe Bizans"la başlayan yeniden toparlanış döneminde üretilen filmlerin ezici bir çoğunluğunun temel derdi, salonlara çektikleri (tercihen genç) izleyicileri gülmekten kırıp geçirmekti. Ki bunu da nitelikli durum komedisi örnekleriyle falan değil dünyadaki en kestirme yöntemle, erotik metaforları ve argoyu adeta sağanak gibi kullanarak yaptılar. Ha, senaristlerimiz böyle de sanki izleyicilerimiz bundan farklı mı? Tüm zamanların en mânâsız Türk filmlerinden biri olarak tarihe geçen "Maskeli Beşler", gişede tüm zamanların en şık Türk filmlerinden "Babam ve Oğlum" ile neredeyse başabaş oranda gişe yapabiliyor.

Bizi uzaktan izleyenler de milletçe bir sıcak savaşın içinde olduğumuzu ve acılarımızı unutmak için kendimizi müsekkin mahiyetindeki seri üretim komedilere vurduğumuzu sanacak. Tıpkı 2. Dünya Savaşı sırasında İtalyanların, İngilizlerin böyle filmlere sığınması gibi... Pekiyi nerede bu ülkenin çocuk sineması, polisiye sineması, savaş sineması, gerilim sineması, politik sineması ve hattâ aşk sineması? Yok! Varsa yoksa Mehmet Ali Erbil'le, Şafak Sezer'le, Cengiz Küçükayvaz'la, Cem Yılmaz'la gülelim eğlenelim lay lay lom!

İzleyicideki bu anormal beklenti ve yapımcılardaki bu beklentiye alelacele karşılık verme çabası artık öylesine sıkıcı bir noktaya ulaştı ki, geçen haftanın flaş filmi "Organize İşler"i pek çok kimsenin "hiç beğenmediğini" duyuyorum sağda solda. Neden? Efendim, "yeterince güldürücü değil"miş! Cem Yılmaz orada "kendisinden bekleneni" verememişmiş! Yahu, Cem Yılmaz o filmdeki 15 dakikasında "mafya babası" olarak hayatının rolünü oynamış da sizin haberiniz yok! Önceki hafta da yazmıştım, ilk iki filmindeki aşırı doğu merkezliliği hiç sevemediğim Yılmaz Erdoğan'ın ilk kez her kesime hitap edebilecek sağlam bir sinema dili kurduğunu gördüm o filmde. Ama adamların adı bir kez komedyene çıktı ya, artık mecburlar her üç dakikada bir milletin çişini altına kaçırtmaya!

Filmlerin çekimlerini, kurgularını, görsel efektlerini, seslendirmelerini, kısacası her yapım aşamasını inanılmaz düzeyde hızlandıran dijital teknoloji, şimdilerde artık daha 7-8 hafta öncesinde gazetelerde çekimlerinin başlama haberlerini okuduğumuz kimi yapımların göz açıp kapayıncaya kadar beyazperdeye yansıması sonucunu doğuruyor. Ama bu yeni üretim tekniklerinin sürati artırdığı ölçüde kaliteyi de artırıp artırmadığı ise bayağı bir tartışılır.

Son dönemde çekilen ilk iki bölümünde 1970'lerden kalma tarihsel mirası bol keseden yağmalayan "Hababam Sınıfı", bugün itibarıyla yeni bir bölümle daha karşınızda... Özen Film -şu ana dek gösterime giren diğer bütün filmlerinde olduğu gibi- bu filmin de ön gösterim davetiyesini tarafıma göndermeye tenezzül etmediği için son "Hababam"ı izleyemedim. Yalnızca fragmanlarını görebilme şansım oldu, bir de konusunu biliyorum. Pekiyi bu ciddi bir kayıp mı sayılmalı? Bence hayır. Çünkü salonda neyle karşılaşacağımızın az çok bilincindeyiz. Hababam Sınıfı yeni ekibiyle fokurdamaya devam ediyor. Okul müdürü Deli Bedri, sürpriz bir kararla (tıpkı kendisi gibi sıyırmış olan) Deli Bedriye ile evlenir. Bu kadının aslında okulun gizli bir düşmanı olduğunu fark eden çocuklar da çok geçmeden önlemlerini almaya başlayacaklardır. Yalnız ben değil, tüm seyirci kitlesi "ölesiye gülmeye" şartlanmış durumda. Film "ölesiye güldürmezse" maazallah linç edecekler ekibi...

Bugün gösterime giren ikinci film olan "Keloğlan Kara Prens'e Karşı", ilkine göre biçim ve içerik açısından biraz daha iddialı gibi geldi bana... En azından film daha yüksek bir prodüksiyon çabasının izlerini taşıyor. Ama onun da Mehmet Ali Erbil tarzı kaba-saba espri anlayışından kaynaklanan "belden aşağı vurmalara" sıkça prim verişi sözkonusu. Sahi, biz millet olarak iyi komedinin illa da küfürlü konuşmak ya da cinsel göndermeler yapmak olmadığını ne zaman öğreneceğiz?

Yazılması en kolay türlerden biri olan "yalapşap güldürü", son yıllarda artık gerçekten de kabak tadı vermeye başladı. O yüzden, bizden olana duyduğum geleneksel sevgi ve saygıyla bir kez daha "vaktiniz bolsa, her ikisine de gidilebilir" diyor, ama senaristlerimize de şu uyarıyı yapmayı gerekli görüyorum: Tamam anladık, Türkiye'de güldüren öyküler kolay yazılıyor, kolay çekiliyor ve gişede de iyi iş yapıyor. Ama bundan böyle azıcık da zor olanı deneyin. Türk sinemasının varması gereken nihai nokta, bu ortaya koyduklarınız değil çünkü...

YÜREĞİMİZİ DELİP GEÇEN FİLMLER
'Ben galiba Moğolistan'da doğmuşum'

Başrollerini, Avrupa sinemasının önde gelen erkek yıldızlarından biriyle -Daniel Auteuil- down sendromu hastası bir genç adamın -Pascal Duquenne- paylaştığı, konusuyla olduğu kadar bu cesur oyuncu tercihiyle de sinema tarihinin en sıradışı filmleri arasına girmiş yakın tarihli bir başyapıtı anacağız bu hafta...

Son derece başarılı bir satış gurusu olan Harry (Auteuil), çağdaş pazarlamacılık teknikleri üzerine verdiği derslerde deneyimlerini genç satıcılara da aktarmaktadır. Ancak bu hırslı adam aynı başarıyı özel hayatında bir türlü yakalayamaz. Karısı onun anlayışsızlıklarından bıkarak, iki çocuğunu da yanına alıp kendisini terketmiştir. Harry, onu görmek üzere uzak bir kentten trenle gelen çocuklarını istasyondan almayı unutacak kadar yoğun olduğu için, zaten tükenmiş olan ailevî bağları bu tatsız olayla birlikte tamamen ortadan kalkar. Karısının çocukları istasyondan alıp bir daha dönmemek üzere çekip gitmesiyle çılgına dönen kahramanımız, otomobilini öfkeden çıldırmış bir durumda kentin dışındaki kırlık bölgelere doğru sürer. Bu sırada, köy yollarında elinde bir valizle yalnız başına yürürken aracın altında kalmaktan kılpayı kurtulan Georges (Duquenne) ile hiç istemeden de olsa tanışacak ve hayatının bütün seyri değişecektir.

Çok para kazanmayı dünyadaki en önemli iş ve tek amaç olarak gören kalas gibi bir adamın zihinsel engelli bir gençle rastlantı eseri başlayan dostluğu sayesinde burnunun sürtülmesini ve adım adım "adam olmasını" anlatan "8. Gün", köşemizin duygusal konsepti içinde adının anılmasına belki de en fazla hakkı bulunan filmlerden biri. Anlatımıyla ve izleyiciye verdiği mesajlarla, içinde "ezan sesi" olmasa da düpedüz Müslümanca bir "beyaz sinema" örneği...

Çağdaş Fransız sinemasının en iyi aktörleri arasında yer alan Daniel Auteuil'ün oyunculuğu için zaten söylenebilecek pek fazla bir şey yok; ama amatör bir tiyatro topluluğunda kendi çapında denemeler yaparken Belçikalı yönetmen Jaco van Dormael tarafından keşfedilen ve bu filmde başrolde oynatılan Pascal Duquenne'nin olayı kavrayışı ve ortaya koyduğu oyunculuk karşısında hayrete düşmemek imkânsız... Her ikisi de kaderlerinin o köy yolunda buluştuğu andan trajik final sekansına dek sinemanın gelmiş geçmiş en güzel ikililerinden biri olarak öyküyü müthiş bir başarıyla sürüklüyorlar.

Türkçe Adı: "8. Gün"
Orijinal Adı: "Le Huitième Jour"
Yapım Yılı: 1996
Ülke: Fransa, Belçika, İngiltere ortak yapımı
Süre: 118 Dakika
Yönetmen: Jaco van Dormael
Senaryo: Jaco van Dormael
Müzik: Pierre van Dormael
Görüntü Yönetimi: Walther van den Ende
Kurgu: Susana Rossberg
Oyuncular: Daniel Auteuil, Pascal Duquenne, Miou-Miou, Henri Garcin, Isabelle Sadoyan, Michele Maes, Fabienne Loriaux, Hélène Roussel, Alice van Dormael, Juliette Van Dormael, Didier De Neck
Uluslararası İzleyici Yargısı: 7.5 / 10 (Kaynak: Internet Movie Database)

Âdeta nakış işlenmişçesine özenli bir senaryo ve sinematografiyle bezeli olan bu filmdeki sayısız hoş anlardan biri de down sendromlu kahramanımızın televizyonda "Moğollar" hakkındaki bir belgeseli gözünü bile kırpmadan izlediği sahneler... Çevresindeki herkesin ona hastalığından dolayı "mongol" demesinden dolayı ("Mongol", Moğol kelimesinin batı dillerindeki karşılığı, yüzünde ve başında doğum anomalisi bulunan kişilere Moğol ırkına benzedikleri gerekçesiyle tıpta bu ad verilir) televizyonda gördüğü Moğolistan görüntüleri eşliğinde bizlere hikâyesini anlatmaya başlıyor: "Ben galiba bu ülkede doğmuşum. Yani bir Moğolum."

"8. Gün", rekabetin alabildiğine kutsandığı ve zayıfların ezilmesinin olağan karşılandığı kapitalist düzende insanın fıtratından adım adım uzaklaşıp yaradılış amaçlarını yitirmesinin acı sonuçlarını yüreklerde her karesiyle hissettiren çok değerli bir film...

YENİ ŞAFAK / SİNE-BULMACA

Kahramanlık, ancak cesur insanların işidir...

"Sine-Bulmaca"da bu hafta, sinema tarihinde Nazi askerlerini "insan öldürmeye programlanmış mekanik birer robot" olarak değil, aksine "herkes gibi duygu ve düşünceleri olan, yerine göre her türlü cesaret ve kahramanlığı sergileyebilen normal insanlar" olarak tasvir eden, bu yönüyle siyonistler tarafından hiç sevilmeyen belki de yegâne 2. Dünya Savaşı filmini hatırlamanızı isteyeceğiz sizlerden... Her karesi, şiddet sineması alanında üstatlık mertebesine ulaşmış Kızılderili asıllı ünlü yönetmeninin dehasını yansıtan bu etkileyici yapıtta Hollywood'un birbirinden usta oyuncuları rol alıyor; ancak içinde ne ilginçtir ki hiç Hollywood sermayesi yok. 1976 yılında Alman, İngiliz ve Yugoslavya ortak yapımı olarak çekilen film, Almanya'dan gelen bir "Altın Perde" heykelciği haricinde hiçbir uluslararası ödül kazanamadı. Ne kadar da şaşırtıcı değil mi?

Yıl 1943... Alman orduları için Rus cephesindeki büyük bozgun başlamıştır. Aklı başında olan bütün subay ve erler hezimetin çok yakında olduğunu bilmekte, ancak bir yandan üslerine duydukları derin bağlılık diğer yandan da emir-komuta zincirinin getirdiği çaresizlik içinde, kaybedilmeye mahkûm olan bu kanlı savaşı sürdürmektedirler. İşte, cesaretin kitabını yazmış olan Onbaşı Rolf Steiner ve adamlarını da tam bu sırada tanırız. Rütbesinin düşüklüğüne karşın Ruslarla girdiği bir çatışmada arkadaşlarını tehlikeli bölgeden omuzlarında taşıyarak kurtardığı için Nazilerin en büyük savaş nişanı olan "Demir Haç"a lâyık görülen Steiner, yakasındaki bu madalyayla, birliğe yeni atanan Albay Stransky'nin hem kıskançlığını hem de nefretini toplamaktadır. Durumun farkında olan Steiner ise "demir haç"ı kazanabilmek için yanıp tutuşan kifayetsiz muhteris Stransky'ye, bu işlerin rütbelerle değil ancak mangal gibi bir yürekle mümkün olduğunu birlikte girdikleri son çatışmada bir kez daha gösterecektir.

Şimdiye kadar çekilmiş en gerçekçi savaş sahnelerini içeren bu başyapıt, mükemmel sinematografisi ve göz kamaştırıcı oyunculuklarına ek olarak müzikleri ve unutulmaz finaliyle de sinemaseverlerin belleklerine kazındı.

Bu filmin İngilizce orijinal adı, yönetmeninin adı ve en az iki başrol oyuncusunun adları nedir?

Yukarıdaki soruların doğru cevaplarını (tam adları ve açık mektup adresleriyle birlikte) 12 Ocak 2006 Perşembe günü saat 12.30'a kadar 2001kubrick@e-kolay.net elektronik posta adresine gönderen üç okurumuz, Yeni Şafak'tan Yönetmen Ron Howard'ın "Cinderella Man" (Oyuncular: Russel Crowe, Renée Zellweger) adlı filminin birer DVD'sini kazanacaktır.

GEÇEN HAFTANIN CEVAPLARI
30 Aralık 2005 Cuma günü sorduğumuz sorunun doğru cevapları şöyle:

- Filmin Orijinal Adı: Glengarry Glen Ross (1992)
- Yönetmeni: James Foley
- Başrol Oyuncuları: Jack Lemmon, Al Pacino, Kevin Spacey, Ed Harris, Alec Baldwin

Yarışmamıza yurt çapında toplam 126 katılım gerçekleşti ve bunlardan 104 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılara rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
5 Ocak 2006 saat 13.00 itibarıyla bilgisayar programının rasgele seçtiği talihlilerimiz:

- Ahmet Ünal / Balgat-Ankara
- Muharrem Bozcayoca / Bayburt
- Betül Demir / Bismil-Diyarbakır

Talihlilerimizin armağan DVD'lerinin ("Being There", 1981 / Oyuncular: Peter Sellers, Shirley Mc Laine / Yönetmen: Hal Ashby) yakın zamanda Türkiye pazarında tükenmesi nedeniyle, anılan filmin İngiltere'deki bir firmadan Türkçe altyazılı yabancı kopyaları sipariş edilmiştir. DVD'ler elimize ulaşır ulaşmaz kazanan okurlarımıza taahhütlü posta yoluyla gönderilecektir.

Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!"

Önemli not: "Sine-Bulmaca"da bugüne kadar pek çok okurumuzun sorulara doğru cevap vermiş olmakla birlikte ad-soyadları ve açık adreslerini mesajlarına eklemeyi unuttukları görülmektedir. Yeni Şafak Sinema Servisi, bu durumdaki katılımcıları elektronik posta mesajlarıyla uyarmakla birlikte, sonuçta eksik cevapların oranı tek tek uyarmakla baş edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Lütfen cevaplarınızı, ekli bilgilerin hiçbirini atlamadan gönderiniz.

SİNE-ANSİKLOPEDİ
Jenerik: Filmlerin başlangıç ve bitişlerinde gördüğümüz, yapım kadrosunu tanıtıcı nitelikteki yazıları ifade eden deyim. Türk sinema terminolojisine Fransızcadan girmiştir. Bu deyimin Amerikan ve İngiliz sinemasındaki karşılığı ise "title"(taytıl) dır. Hollywood terminolojisinde açılış jenerikleri için "opening title", kapanış jenerikleri için ise "end title" ya da "end credits" sözcükleri kullanılır. Eğer bitiş yazıları aşağıdan yukarı doğru akacak biçimde tasarlanmışsa buna "roll caption" (dönen yazı) denildiği de olur.

Sinemamızda yıllar boyunca önemsiz bir ayrıntı olarak görülen ve yapımına neredeyse hiç özen gösterilmeyen film jenerikleri, batı sinemasında ise öteden beri öykünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş, hafızalarda iz bırakan pek çok önemli filmde bu bölümler neredeyse birer sanat eseri düzeyinde ele alınmıştır. Öyle ki -ünlü çizgi film kahramanı "Pembe Panter" gibi- ilk olarak 1960'larda bir jenerik tasarımı olarak ortaya çıkıp sonradan bağımsız bir karaktere dönüşen beyazperde figürleri bile mevcuttur. Bunun yanısıra, 007-James Bond filmleri, her biri küçük ölçekli birer sinema filminin bütçesi kadar harcamayla gerçekleştirilmiş iddialı jenerikleriyle hatırlanan yapımlardır. Ayrıca, "Yedi" (Se7en), "Hız Tuzağı" (Speed), "Rezervuar Köpekleri" (Reservoir Dogs), "Süpermen" (Superman), "Dokunulmazlar" (The Untouchables), "İyi, Kötü, Çirkin" (The Good, the Bad and the Ugly), "Yokedici" (Terminator) ve "Yıldız Savaşları" serisi (Star Wars) gibi hem jenerikleriyle hem de onlara eşlik eden etkileyici müziklerle sinema tarihinde ayrıcalıklı birer konuma erişmiş filmler de vardır. Türk sinema sektöründe de bilgisayardan film şeridine dijital aktarım teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte, jenerik yapımında özellikle son birkaç yıldan beri gözle görülür bir iyileşme dikkati çekmektedir.


  DİĞER YAZILAR
  • Sinema Sayfası - 30 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 23 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 16 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 9 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 2 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 25 Kasım 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 18 Kasım 2005 Cuma
  • Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi