T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 25 ŞUBAT 2006 CUMARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


İŞTE PEYGAMBER İŞTE MEDENİYET

  PROF. DR. CELÂL YENİÇERİ(*)
Her din veya herkesin kutsal kitabı yardıma muhtaç olanlara yardımı öğütler. Biz bunları mesela Tevrat ve İncil'de de görürüz. Zaten Kur'an pek çok geçmiş peygamberden söz ederken, namaz gibi onlara zekâtın da emredildiğini dile getirir.

Müslümanlar ahlâken, gayr-i müslim insanlara ve onlardan akrabalık bağı olanlara karşı da söz konusu bu infak ve yardıma davet edilmişlerdir.

Bu yöndeki bir âyet şöyledir: "Allah sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Şüphesiz Allah âdil davrananları sever. - Allah yalnız sizinle din hususunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardımcı olanları dost edinmenizi yasaklar".

Bu âyetten anlaşılacağına göre müslümanlar kendilerine karşı bir güç ve şiddet uygulama içinde olan gayri müslimlere bir yardım içinde olmayacaklardır. Burada duruma göre elbet devletin bir takdir ve değerlendirmesi de söz konusu olabilir.

Medine döneminde Peygamber'in, yoksul durumda olan yahudi 'Uraydkabilesine ve halîfe EbûBekir döneminde Hâlid b. Velîd(r.a) tarafından gayri müslim/hıristiyan Hîre halkına okunan bildiride görüldüğü üzere bu tür vatandaşlara sağlanan içtimaî/toplumsal yardım ve Hazîneden bağlanan maaşlar temelde ilgili bu âyetlere dayanmış görünüyorlar. Söz konusu bildiride şöyle denilir: "Yaşlanıp çalışmaktan aciz kalan, yahut bir felâkete uğrayan veya varlıklı iken yoksul düşen ve bu durumda kendi dindaşlarının yardımlarıyla geçinir hale gelen her şahsın cizye vergisi düşürülecektir. Onların gerek kendilerine ve gerek aile fertlerine...müslümanların Beytulmalinden (genel hazîneden) maaş ödenecektir".

ÖTEKİLEŞTİRMEYEN BİR MEDENİYET

Biz halîfe Ö m e r (r.)'in de benzer uygulamaları olduğunu biliyoruz. O dilenmekte olduğunu gördüğü yaşlı ve a´ma bir yahudiyi - ki bazı yerlerde milliyeti söylenmeden yalnız gayri müslim olarak geçer - Beytulmal müdürlüğüne götürüp; o ve onun gibilere maaş bağlanması, talimatını verdiği buradaki konuşmasında şöyle der; "Gençliklerinde cizye vergilerini aldığımız bu insanları yaşlılıklarında böyle sefil bırakmamız bizim adaletimizle bağdaşır değildir". Belâzurî'nin anlattığı bir başka hâdisede ise Hz. Ömer'rin fetih sonrası bir zamanda Şam yolculuğu yaparken Câbiye'de karşılaştığı hırıstiyan cuzzamlı hastalara onun maaş bağlamasıyla ilgilidir ki bu anlatım aynen şöyledir:

"Ömer, Şam yolculuğu sırasında Câbiye'ye geldiğinde Hıristiyanlardan cüzzam hastalığına tutulmuş kimseler gördü ve onlara zekât gelirlerinden maaş bağlanmasını ve yiyecek tahsisi yapılmasını emretti".

Bundan önce Roma vatandaşı olan bu insanların muhtemelen böyle bir maaş ve tahsisatı yoktu. Burada zekâttan maaş konusuna gelince bu, Ömer'in zekat âyetindeki "miskîn(Tevbe, 60)" kavramını gayri müslim yoksullara yorması sebebiyle olabilir ki biz bunu yukarıdaki âma hadisesinde de görürüz. Şu kadar var ki bazı kaynaklar bu kişinin maaşını, onun malî kaynağından söz etmeden verirler. Fakıhlerin genel anlayışına gelince bu gibiler ancak diğer Hazîneden maaş alabilirler.

Bu uygulamalardan hareketle olacak ki Emevîler'de Ömer b. Abdulazîz(99-101 h)'in de biz Basra vâlisine şöyle bir yazı gönderdiğini görürüz.; "Etrafını gözetip araştır; Gayri müslim tebaadan olup da yaşlanmış, güçten düşmüş ve geçim yolları tıkanmış kimselere, müslümanların Beytulmal'inden uygun maaşlar bağla". Bu arada bu Ömer K û f e vâlisinin gelir fazlasının sarfı hususunda çeşitli kere yaptığı yazılı başvurulara verdiği cevabî yazılarında; borçluların borçlarını ödemesini, parasızlıktan evlenemeyen kimselere yardım yapmasını emretmişti. Geride yine gelir kalınca vâlinin bunun ne yapılacağı yönündeki muteakıp başvurusuna o; gayr-i müslim halkın ;-onlardan yoksul çiftçi, esnaf vs.nin - güçlendirilmesi için onlara; "güçlendirme desteği" vermesini emrediyor ve; "Biz onlardan bu alacağı bir-iki sene istemeyeceğiz" diye de ilâve ediyordu. Burada dîvanlarca ödenen maaşlardan arta kalan gelir fazlalarının sarfı sözkonusu edildiğine göre, ödenen bu meblağların ve verilen kredilerin haraç yahut daha genel adıyla fey' denilen zekât dışı devlet gelirlerinden verildiği açıktır. Müslüman olmayan halka da yapılan bu desteğin, tüm ülke için fayda doğuran üretim artışı sağlamanın yanı sıra elbet bir de insânî boyutu vardır. Peygamber'in vefatından 90 yıl gibi kısa bir süre sonra yönetimin gayri müslim tebaaya doğrudan meslek kredisi desteğinde bulunma gibi bir aşamaya gelmesinin ardında elbet yeni dinin ilkeleri vardır. Bütün bunlar Kur'an ilkeleri ve Hz. Muhammed (s.a)in öğretilerinin getirdiği bir anlayış ve hukuk gereği yapılmaktadır.

BENZERSİZ BİR VAKIF MEDENİYETİ

Temelde zekâtın dışındaki genel sadakaya dayandıkları için İslâm medeniyet havzasında ortaya çıkmış çok yönlü vakıfların müslüman olmayanlara da yardıma yönelmesi İslâm fıkhınca kabul edilen bir durumdur ki zaten bu, her şeyden önce kendi hükmünü, en başta verdiğimiz âyetlerden alır. Ünlü gezgin ve coğrafyacı İbn Havkal (h. 4/m. 10. asır)'ın kendi zamanı için verdiği bilgilerden Türk dünyasının sadece Mâveraunnehr bölgesinde, onun ifadesiyle 10 binlerin üzerinde han yapıldığını öğreniyoruz ki daha Emevîler'den ve özellikle II. Ömer'den başlayarak devlet eliyle de bu coğrafyalarda çok sayıda hân-ı sebiller yapıldığını da biliyoruz.

Bütün İslâm coğrafyasının yol güzergâhlarında bulunan hanlardan, üç güne kadar - ki bu, duruma göre bazen daha da kısaltılabilmektedir - parasız misafir edilmesi, temelinde Peygamber'in sünneti olan bir âdettir. Burada dış dünyadan olan gayri müslim yolcu ve kervanlar dahi bir ayırıma tabi tutulmazlar. Burada bir yandan ticareti müslümanlar için kolaylaştırma ve diğer yandan da onu kendi coğrafya ve medeniyet havzasına çekme siyâseti güdülmüş olabilir. Fakat temelinde insancıllığa dayanan o ilgili hadislerden yola çıkma vardır.

Genel sadaka veya hediye/ikram çerçevesinde müslümanların, ceza ve keffaret kurbanları dışındaki kurban etlerinden Ehl-i kitaba da vermelerinin Fıkıhça caiz görüldüğünü de burada kaydetmeliyiz.

Gayr-i müslim muhtaçlar Zekât kaynağından değil öncelikle Hazîne imkânlarından sonra da sadaka ve vakıf türü kaynak ve kurumlardan faydalandırılırlar. "Katılımı olmayanın istifadesi olmaz", hükmünce onların Zekâttan faydalanması caiz görülmemiştir. Doğrudan devlet sorumluluğuna gelince burada gayr-i müslim muhtaç insanları güvenceye kavuşturmak hukukî bir görev olur ki Peygamber'in, adı geçen 'Urayd kabilesine yaptığı tahsisattan da bu hükme varmak mümkündür. Yine sıhhat ve hayatı için zor durumda olanlara, iman farkı gözetmeden tedavi hizmeti götürmek de bir yandan ahlâkî, öte yandan da hukukî bir sorumluluk olur. Âyette; bir insanın hayatta kalması için gösterilen çabanın ne kadar yüceltildiği ortadadır ki burada herhangi bir iman şartı söz konusu edilmemiştir. Nitekim biz Abbasîler'de Muktedir'in veziri Ali b. Îsa'nın, kırsal kesime gönderdiği sağlık hizmet ve yardımlarından, imkân ölçüsünde gayrı müslimlerin de yararlandırılması talimatını verdiğini biliyoruz.

Müslümanların devletinin, zor duruma düşmüş kendi yurttaşı yoksul gayrı müslim kişilere Hazîne'den yardım yapması hukukî bir vecîbe olurken dışa karşı, duruma göre bu ahlâkî bir sorumluluk olur. Devlet ve münferiden müslümanlar, diğer devletlerin zor duruma düşmüş müslüman olmayan halklarına siyasetin de ötesinde - ki bunda ister istemez siyasî bir ülfet, yakınlaşma ve bu yönde bir fayda da söz konusu olur - doğrudan bir ahlâk olarak yardım ederler. Biz Hz. Peygamber(s. a)'in, tam bir yoksulluk/açlık içine düştüğü bir döneminde müşrik Mekke'ye, onların yoksullarına dağıtılmak üzere önemli miktarda bir altın para gönderdiğini biliyoruz ki bu, yekün olarak 2 kilonun biraz üzerindedir.

Burada Mekke halkının sonuçta akraba topluluk olduğu söylenebilir. Fakat ´Urayd böyle midir ? Ve yine biz Peygamber'in, kendisine karşı tam bir düşmanca tavırlar içinde olan Ebû Berâ' adında bir bölge reisine, karnındaki bir çıban için, isteği üzerine ilâç gönderdiğini de biliyoruz. O, bu istekte bulunurken Peygamber'e, değerli bir at hediyesi göndermeyi de ihmal etmez. Onun bu hediyesini geri çeviren Peygamber istediği ilâcı da gelen heyetle hemen ona göndermekte gecikmez. Bu kişinin, aynı tavır içinde olan ´Amir b. et-Tufeylî olduğu rivayetleri de vardır. Burada görüldüğü gibi onların bir vatandaşlığı söz konusu değildir ve üstelik onlar tam bir düşman durumundadırlar. Ancak Peygamberin o yüce ahlâk ve insanlığı zor durumlarında o gibilere de yardım elini uzatma davranışını ortaya koymaktan geri durmamıştır.

Bütün bunlar, gayri müslim kesim veya karşı devletlerle bir mutekabiliyet/karşılıklılık esasına bağlanmadan doğrudan Kur'an ilkeleri ve Hz. Muhammed(s.a)in öğretilerinin getirdiği bir "insancıllık" ilkesine ve o anlayış ve hukuka dayanırlar.

DÜNYAYA VERECEĞİMİZ ÇOK ŞEY VAR

Yüce Allah Kur'an'da rahman sıfatıyla âlemlerin Rabb'idir. O'nun bu sıfatı tefsirî anlayışta; dünyanın - ki aslında bu âlem bakımından tüm kâinat canlılarına yönelik olur - tamamı için yorumlanırken rahîm sıfatı öteki hayatta, özelde müslümanlara ve yine geçmişin tüm devirlerinde o dönemler için geçerli hak din üzere yürümüş olanlara yönelik görülür. Her bir din bunu öteki dünya bakımından kendisine göre söyler ve kurtuluş ancak ondadır. Müslümanlar buruda dünyanın tamamının kendilerine ait olacağı iddiasında olmaz, ancak Kur'an tebliğinin küreselliğine inanırlar. Müslüman için, din farkı gözetmeden, yokluktan sıkıntı çekenlere, ölümle karşı karşıya gelenlere ve onlardan ağır baskı ve zülüm altında olanlara elinden gelen yardımı yapması ahlakî veya hukukî bir vecîbe olur ki bu ; Kur'an ve onun elçisinin öğretisinden kaynaklanır. Burada Hz. Peygamber'e bağlanan şu anlamdaki hadisi kaydetmek yerinde olur; "Bütün yaratılmışlar (halk) Allah'ın aileleridirler. Yaratan'ın onlardan en sevdiği, O'nun bu ailelerine en faydalı olanlardır". Bu ifade sadece insanlık ailesini değil, bitki ve hayvanlarıyla tüm farklı farklı aile ve âlemleri kapsayıcı durumdadır. Hak bir îmana dayanan müslüman kişinin bütün güzel davranış ve işleri (ameli) hangi tür canlıya bir hayır götürmüş olursa olsun o bundan sevabını alır.

Son olarak burada şunu söylerim ki; İslâm mensuplarının başka medeniyetlerden insanlık dersi almaya yönelmeleri ve o başkalarının da onlara, insanlığın diğer kesimi adına, bir medeniyet ve bu yönde bir hukuk ve ahlâk dersi vermeye kalkışmaları, gerçekten garipsenecek bir durum olur.

*İslâm Hukuku Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Marmara Üniversitesi-İlâhiyat Fakültesi

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi