YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Gündem

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan

  Arşivden Arama

 


PROFESÖR DOKTOR ASAF ATASEVEN

Gariplere adanmış ömür

PROF. DR. Asaf Ataseven hoca, 10 yıl boyunca senelik izin bile kullanamamış. Başhekimlik yıllarını şöyle anlatıyor: "Bir oğlum, bir kızım var. Bana bazen, 'Hastaneyle mi evlendin?' derlerdi. Çocuklar çok şikayet ederdi. Ben de onlara, "Bir hastaya vardın ise, bir yudum su verdin ise" diye Yunus'un ilahisini okurdum."

Prof. Dr. Asaf Ataseven, adı Bezm-i Alem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi'yle özdeşleşmiş bir tıp adamı. Vakıf Gureba'da 1974-1984 yılları arasında Genel Cerrahi Kliniği Şefliği, 1984-1993 yılları arasında da Başhekimlik vazifesini yürüten Prof. Dr. Ataseven, halen Bezm-i Alem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi Kliniklerine Yardım Vakfı'nın başkanlığını yapıyor. Ataseven hoca, başhekimlik döneminde yoğun çalışma temposu sebebiyle 10 yıl boyunca senelik izin bile kullanamamış. 1932 Gaziantep doğumlu hoca, evli ve iki çocuk babası. Başhekimlik yıllarını şöyle anlatıyor: "Bir oğlum, bir kızım var. Bana bazen 'hastahaneyle mi evlendin' derlerdi. Ben de onlara: 'Bir hastaya vardın ise, bir yudum su verdin ise' diye Yunus'un ilahisini okurdum." Asaf hoca Gureba'daki yoğunluğu nedeniyle muayenehanesini de 1986 yılında kapatmış ve bir daha açmamış.

Gençlik idealini Gureba'da buldu

Prof. Dr. Asaf Ataseven, Vakıf Gureba'ya bağlılığının kaynağını anlatırken: "Dört aylık yaz tatili için gittiğim Antep'te, Devlet Hastahanesi'ndeki hastaların perişanlığını görüyordum. Poliklinikte hastalar üst üste yatıyor. Bazı doktorlar saat 10-11'de hasta kabulüne iniyor. Hastalar perişan halde bekliyor. Bu nedenle tıp öğrenimini bitirince Antep'e gidip bir hastahane kurmak gençlik yıllarımın idealiydi. Bir hastahane kurayım; bu hastahanede fakir ve zengini yanyana yatırayım; fakirin para vermediğini kimse görmesin ve bilmesin... Bunun teşebbüsünde de bulundum. Akrabama, dostlarıma söyledim. Talep gelmeyince olmadı. Fakat Gureba'yı incelediğim yıllarda, Bezm-i Alem Valide Sultan'ın benim düşündüğümden daha fazlasını 'yaptığını' gördüm. Öyle yapmış ki, fakir hastayı yatırıyor, çıkarken yolluk veriyor. Bu sefer kendi projemizi unuttuk, bizim için Gureba bir proje oldu."

Tıp ilk tercihiydi

Asaf hoca, Türkiye'de üniversitelere sınavla öğrenci alma uygulamasının yapıldığı ilk dönem olan 1951-52 öğremin döneminde, ilk tercihi olan İstanbul Tıp Fakültesi'ni kazanmış. Daha önceki yıllarda, ilk başta fen ve edebiyat pekiyiler, daha sonra da fen ve edebiyat iyiler sırayla fakültelere müracaat edip okuldaki derecelerine göre tercih ediliyormuş. Asaf hoca o yılları şöyle anlatıyor: "Ben hep tıp fakültesi istiyordum. Neticede İstanbul Tıp Fakültesi'ni kazandım. Bir de Ankara Tıp vardı, başka tıp fakültesi yoktu. Teknik imkanlar bakımından o zamanki hekimlik eğitimi zordu. Bugünkü gibi çeşitli teknik aletler yok. Daha çok teori tarzda. Ama hocalar derse hasta getirerek hastaları muayene ederlerdi. Derste takdim edilecek hastayı da seçerlerdi. Cerrahi ve dahiliye dersleri başta olmak üzere çoğu dersler hasta üzerinde verilirdi."

Başarılı öğrencilik yılları

Asaf hoca, o zaman da altı yıllık olan tıp fakültesini altı ay erken bitirmiş. Başarılı olmasında ana etkenin programlı çalışma olduğunu anlatıyor: "Altı ay kârımız oldu. Çalışkan öğrenciydik. Biz, sınıfta beş-on kişilik bir grup arkadaştık. 750-800 arasında öğrenci vardı. Bu beş-on arkadaş sınıfta iyi not alıyorduk. Bir imtihana iki defa girdiğimizi hatırlamıyorum. Programlı, çalışkan öğrenci olunca, bir de dersleri takip çok önemli. Burada mesleği severek istemek büyük bir faktör." Asaf hoca, 1957 Mayıs'ında okulu bitirdikten sonra askerlik yapmayı tercih etmiş. İzmir'de yedek subay okulunda altı ay öğrenim gördükten sonra, Erzurum'da 10-180 Piyade Alayı tabibi olarak askerliği bitirmiş.

"Bayar'dan mı torpillisin, Menderes'ten mi?"

Birbuçuk yıl askerlikten sonra, 1958 senesinin sonuna doğru asistanlık başvurusu yapıyor Asaf hoca. O günleri şöyle anlatıyor: "İmtihan şeklinde bir durum yoktu asistan girişte. Sadece bir lisan imtihanı vardı. O zaman dekanlıktan tasdikli notunuzu alır, hocaların önüne kordunuz. Orada hoca sizi lisandan ayaküstü imtihan eder, notlarınıza bakar... Dört tane cerrahi kiliniği vardı, ikisi Çapa'da, ikisi Cerrahpaşa'da olmak üzere. Ben Cerrahpaşa'da göğüs cerrahisiyle kırık cerrahisi olan üçüncü cerrahiyi seçtim." Asaf Hoca'nın asistanlık imtihanıyla ilgili ilginç bir de anısı var. Bu anı Türkiye'de torpil uygulamasının ne kadar köklü olduğunu belgeliyor: "Notlarım elimde hocanın yanına girdim. Hoca beni imtihan etti, notlarıma baktı, 'dilekçeni yaz' dedi. Bu, 'asistan oldun dekanlığa müracaat et', manasına geliyor. Dışarı çıktım, hocanın sekreterine rica ettim. Dilekçe yazılırken beyaz gömlekli bir doktor, 'sen asistan girdin galiba' dedi bana. Ben de 'evet öyle oldu galiba' dedim. 'Bayar'dan mı mektup getirdin, Menderes'ten mi?' dedi. Bunun manasını yıllar geçince anladım. O zaman profesörlerin, kürsü başkanlarının tercihine kalınca hatır gönül biraz fazla işliyor herhalde. Paşa çocuğu, profesör çocuğu asistan oluyor, bir de siyasetçinin gönderdiği doktor asistan olabiliyor. Bilhassa benden büyük nesilde paşa çocuklarının, doktor çocuklarının asistan olduklarına, hatta kariyer yaptıklarına şahit oldum ve bu sözün manasını o zaman daha iyi anladım."

Namaz kıldığı için fakülteden atılıyor

Asaf hoca 1958'in sonunda asistan, 1964'te de uzmanlık imtihanıyla genel gerrahi uzmanı oluyor. Ardından da Kürsü Kurulu kararıyla başasistan oluyor. Bundan sonrasını hocadan dinleyelim: "Başasistan olmak, doçentlik çalışmalarına başlayacaksınız demekti. Kariyer çalışmalarına başladım. O arada kısmet, evlendim. Fakat üç-dört ay sonra bir gün maaşım kesildi. Dekan Ekrem Şeref Egeli hocamız vardı. Bizim ilk müracaat edeceğimiz merci. Durumu arzettim. Dosyamı isteyip tetkik etti. 'Oğlum sen istifa etmişsin' dedi bana. 'Efendim bir yanlışlık olacak, ben istifa etmedim' dedim. Dosyaya baktı, 'yazı yazmışsınız bak muhasebeye' dedi. 'Efendim herhalde benim bir istifa dilekçem olmalı. Var mı dilekçem' dedim. Hoca da şaşırdı, dilekçe filan yok. Rektöre gittim o da aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Ekrem Şeref Bey'in ifadesi şu olmuştu, 'Hocanla görüş bakalım nedir bu mesele biz de anlamadık.' Üniversite muhasebesine haber gitmiş, o ay maaşım kesilmiş. Kalktım, beni tercihen asistan alan Prof. Fahri Arel'e gittim. 'Efendim bu ay benim maaşım kesildi. Bilmiyorum neden' diye sorunca, öfkeyle koltuğundan ayağa kalktı: 'Sen kariyer akademik yapamazsın' yani 'sen doçent olamazsın' dedi bana.

Ben de saf saf: 'Niçin efendim' diye sordum. Bana: 'Sen namaz kılıyormuşsun' dedi. Ben tabii kendimi toparladım, 'Namaz kılmanın doçent olmaya nasıl engel olduğunu anlayamadım' deyip alnımı göstererek, 'Eğer Allah Teala şuraya doçent olmak yazdıysa yüzmilyon Fahri Arel biraraya gelse bunu engelleyemez' dedim. Tabii bunu edepli şekilde söyleyerek odasını terkedip dışarıya çıktım. Bu arada bir iç muhasebe yapıyorum. Dedim ki 'Namaz mı genel cerrahi ihtisası mı?.. Namaz, dedim. Bana verilen odada namazımı kılarım ve aynen şunu söyledim kendi kendime: 'Bir rekat namaza, bin doçentliği feda ederim' dedim.

Geç gelen adalet

Asaf hoca arkadaşları ve avukatlarıyla görüştükten sonra Danıştay'a müracaat etmeye karar veriyor: "Danıştay'a dilekçe verdim, 1964 yılında. 1970 yılının ilk ayında karar geldi. Tam altı sene, üniversitenin dışında kaldım. Tesadüf o yıllarda da şimdi rahmetli olan bir dostum, Gureba'yı bana tavsiye etti. Gureba'da iş buldum. Danıştay davası devam ededursun. 1970 yılına kadar altı sene Gureba'da çalıştım. Genel cerrahi uzmanı, sonra şef muavini oldum. Danıştay, haksız bir tasarruf olduğu için kararı benim lehime verdi. 1970 yılında Danıştay kararı gelince Cerrahpaşa'ya döndüm. Benden sonra bir çok insana emsal olduğumu da burada ifade etmek isterim. Çünkü haksız bir uygulamaya maruz kaldım. Bu tamamen, bugünkü başörtüsü olayı gibi bir olay."

İslamla tanışmasının üniversite yıllarına denk geldiğini anlatan Asaf hoca bu süreci şöyle anlatıyor: "İstanbul'a gençlik yaşlarında tahsile gelen 17-18 yaşlarında bir gencin kapılacağı şeyler var. Allah'a hamd ederim ki böyle şeylerden uzak durduk. Ben İslamı bilmiyordum. Arkadaşlar 'şuraya gidelim şunu yapalım' şeklinde tekliflerde bulunuyorlardı. Ben önce babamdan utandım. Babam bana para gönderiyor, adam olsun okusun diye, ben bunu safahatta, sazda harcamaktan babamdan utandım ve arkadaşlarla alakamı kestim. Üç arkadaşla bir evde kalıyorduk, onlarla da bir problemimiz yoktu. Beni kötülüklerden ne korur, ilk işim namaza başlamak, dedim. Hayatımda sadece babamla bayram namazlarına giderdim. Namaz kılmayı bilmiyorum. Bir gün Süleymaniye Camii'ne gittim. 4 Kasım 1952. Beş adam namaz kılıyor. İkindi namazı. Hafızamda kalan tek şey, namaz kılan insanlar secdede ve ikisinin topuğu yırtık. Bunu tabii o devrin fakirliğini ifade etmesi için söylüyorum."

Namaz hocası bulamadı

Bu ilk namazın ardından Asaf hoca, doğru Sahaflar'a giderek namaz kılmayı öğretecek bir kitap aramaya koyuluyor: "Kitap yok. Orada Allah rahmet eylesin yaşlı bir zat: 'Oğlum sen galiba namaza merak saldın' dedi bana. 'Ben sana bir tane bulurum' dedi. Bir hafta sonra gittim bana ince bir kitapçık verdi, namaz nasıl kılınır, şekilleri filan var. Eve geldim, namaz talimlerine başladım. Bu sefer arkadaşlar dalga geçmeye başladılar. Tabii dayandım buna. Bir ikinci şık, Kur'an-ı Kerim'i okumam lazım mealden. Kur'an-ı Kerim meali aradım yok. 1952'de Hasan Basri Çantay'ın mealinin birinci cildi çıktı. Onu arıyorum kitapçılarda. Birinci cildini aldım çantama koydum. Tıp kitabıyla yanyana. Tıbbiyeyi bitirinceye kadar birinci ve ikinci cildi okudum. Kütüphanede tıp kitabından kafam biraz yorulursa açıp Kur'an-ı Kerim meali okurdum. Sonra Hasan Basri Çantay'la komşu olduk Soğanağa'da, 1960'lı yıllarda aynı mahallede oturduk. Çok anılarımız var. Allah rahmet eylesin. Üçüncü cildi askere götürdüm. Onun bir kısmı kalmıştı onu da askerde Erzurum'da bitirdim. Bu şekilde kendimize bir hayat yolu seçtik. Hayra da koşmaya çalıştık."

GUREBA'YI TANIDIKÇA BAĞLILIĞIM ARTTI

Asaf hoca bu altı yıllık zaman diliminde Gureba hakkında geniş bilgi edinme imkanı yakalıyor. Tarihçesini öğrendikçe Gureba Hastahanesi'ne bağlılığı artıyor. Danıştay'ın kararının ardından döndüğü Cerrahpaşa'da ise zorluklarla karşılaşmaya devam ediyor: "Arzum kariyer yapmak. Bu arzu sebebiyle Cerrahpaşa'ya döndüm. Fakat dönmekle iş bitmedi. Çünkü beni tercihen asistan alan hoca halen kürsünün başında ve beni o klinik senin, o knilik benim dolaştırıyor. Mesela beni branşımla hiç ilgili olmayan Patoloji servisine verdi. Bu sefer ben patolojiyi değerlendirmek durumunda kaldım. Yayınlara başladım. Bu arada doçentlik imtihanı için sanki dışarıdan doçentlik imtihanına giriyor gibi müracaat ettim. Lisanı verdim, tezim kabul oldu. Fakat sözlü imtihanlarda, bir de deneme dersinde çaktırıldık, o günkü tabirle söylüyorum. O yıllarda işte Gureba doğdu. Doçentliğin son safhası kaldı ve ben Gureba'ya davet edildim. Aradan bir süre geçtikten sonra Vakıf Gureba'ya 1974 yılında genel cerrahi şefi olarak geldim. 1984 yılında başhekim oldum."

Gurbetçilerin fedakârlığı

Gureba'da 10 yıl başhekimlik görevini yürüten Asaf hoca, başta hastahanenin yeni binasının bitirilmesi olmak üzere birçok projenin gerçekleşmesinde öncülük ediyor. Asaf hoca Gureba'nın hangi fedakarlıklarla bugünkü haline geldiğini şöye anlatıyor: "Allah razı olsun hayırseverler bize yardım etti. Varlıklı dost ailelerin yardımını gördük. Almanya'dan büyük yardım sağladık. Beni duygulandıran iki olay var. Biri adeta hastanenin alt yapısını oluşturan cihazları vs bağışlayan Şadi Akay arkardaşımız. Diğeri de gurbetteki işçilerimiz. Almanya'dan 36 tır tıbbi malzeme geldi. Röntgen cihazından karyolaya kadar her şey. Bu 36 tır malzemeyi orada çalışan gurbetteki işçilerimiz hayır adına gece sırtlarında taşıyıp tıra yüklediler, sabah uykusuz iş başı yaptılar. Onları şükranla yad etmek isterim."

Rüşvet teklifleri

Asaf hoca o yıllarda İstanbul Tıp Fakültesi'nden Gureba'yı bünyelerine katmak için kendisine gayri resmi, kadrolu profesörlük teklif edildiğini anlatıyor. Asaf Hoca'nın bu tekliflere karşı tavrı sert olmuş: "Bu tür teklifleri kesinlikle kabul etmedim. Dedim ki, şimdi Mehter Marşı söyleyerek yukarı çıkarım. 'Alalım düşmandan eski yerleri' diye bir Mehter Marşı var biliyorsunuz. Bu lâtifeyle şunu demek istiyorum: 'Sizin bulunduğunuz Çapa binalarının hepsi bizim.' Bugün ellerinde tapusu bile yok, onu da söyleyeyim. Çünkü Çapa'nın vermesi gereken 16 milyon küsur paranın Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ödenmediğini, Kazım İsmail Gürkan hocam 'Gureba Hastahanesi'nin Tarihçesi' kitabında yazıyor..."

ÖNCEKİ GÜN DEVREDİLDİ

Danıştay kararına rağmen Bezm-i Alem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastanesi, SSK'ya devredildi. Bu hukuksuz kararın altında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan'ın imzası var. Önceki gün gerçekleştirilen devir töreni sırasında, Bakan Okuyan, vatandaşlar tarafından yuhalanmış, "Vakıf Gureba fakirin hastanesidir, SSK'ya devredilemez" pankartı da polis tarafından indirilmişti. "Hortumcular dışarı, Gureba bizimdir", "Vakıf Gureba Hastanesi halkındır, halkın olacak

 


Kağıda basmak için tıklayın.

 

 

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV


Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...