T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Ülkeyi zorluyoruz!

"Tayyip Erdoğan siyaset yapmasın" diye ülkede tüm alanları anormal bir biçimde zorluyoruz.

En başta medya ahlâkını zorluyoruz. Türkiye medyasının yüzde 75'ini kontrol eden Doğan Grubu özel, programlanmış bir savaş yürütüyor. Belli ki bu bir misyon. Haberlerin falan canına okuyor, özel efektler yükleyerek Tayyip Erdoğan'ı bitirmeye çalışıyor. O medyanın takipçileri bile (meselâ Milliyet okurları bunu gazetenin ombdusman köşesine açıkça bildiriyorlar.) artık haberciliğin bırakıldığı ve bir tür tetikçilik yapıldığı kanaatini sergiliyorlar. Aynı yayın grubunun tv kanalı olan Kanal D'de de aynı tetikçi çizgi sürüyor.

Sonra insanların iz'anını zorluyoruz. Yayınlanan kasete efektlerden (hem tv kanalının efektlerini, hem Tayyip Erdoğan'ın vurgularını kastediyoruz) arınmış olarak, soğukkanlı bakıldığında Türkiye'nin basbayağı tartışılabilecek gündem maddelerine temas edildiğini görüyoruz. Diyelim Erdoğan'ın "Türkiye'de millet egemenliği var mı?" sorusunun, Mesut Yılmaz'ın "ulusal güvelik konusunu kim tartışacak?" sorusundan farkı nedir? Doğu-Güneydoğu meselesiyle, laiklikle ilgili, uluslararası ilişkilerle ilgili sözleri, Türkiye'nin kadim sancılarını gündeme getiriyor. Ve şu söylenebilir ki, vatandaş iz'anında Tayyip Erdoğan'ın değerlendirmelerinin yadırganacak hiçbir yanı yoktur. Zaten kasetteki kurgulama da, Tayyip Erdoğan'ı vatandaşa değil, Türkiye siyasetine müessir iç ve dış güç odaklarına yöneliktir. Kaset bir yerde Amerika'ya, İsrail'e, Avrupa'ya ve içerdeki güç merkezlerine "Değiştim diyor ama inanmayın" mesajı taşıyor.

Sonra Tayyip Erdoğan'ın duygularını zorluyoruz. "Değiştim" diyen insana "Ne kadar değiştin?" soruları ile yüklenmek de çirkin, "Bize eski Tayyip lâzımdı, ona daha kolay vururduk, neden değiştin?" üslûbunda abanmak da, "Sen değişemezsin" diye mahkûm etmek de, "Değişsen de makbul değilsin" diye üstünü çizmek de... Türkiye, insan kıyımı yaşanan bir ülke... Ben başbakan astığımızı düşündüğümde ülkem adına kahroluyorum. Anadolu'da gittiğim yerlerde çınar ağaçları gösteriliyor, burada dizi dizi insan asıldı diye... İnsanlar ölüm oruçlarında göz göre göre eriyip, ölüyor... Ve Tayyip Erdoğan'ın üstünü çiziyoruz. Boşuna demiyor Alev Alatlı "Biz ölü seviciyiz" diye... Yazık, yazık bu ülkeye...

Sonra hukuku zorluyoruz. Başsavcı'nın davranışının her şeye rağmen anlaşılır bulunabileceği düşünülebilir. Her şeye rağmen diyorum, çünkü Anayasa Mahkemesi'nin Hasan Celâl Güzel'le ilgilyi kararından sonra, Başsavcı'nın girişiminin bile hukuki niteliği zayıflamıştır. Ancak gene de orada bir yorum farklılığına sığınmak mümkün. Buna karşılık, Başsavcı'nın üslûbunun hele başörtüsü ile ilgili yaklaşamının tam bir hukuk zorlaması olduğunu ifade etmek lâzım.

Şişli savcısının kasetle ilgili soruşturma başlatması ise, tam bir hukuk zorlaması. Çünkü orada hem konuşma ile ilgili bir DGM takipsizlik kararı var, hem de 23 Nisan 1999 tarihinden önce işlenen suçlar için "Erteleme" yasası çıkmış bulunuyor. "Herkesin suçu ertelendi ama, Tayyip Erdoğan'a gelince olmaz" mantığı geçerli değilse, soruşturmanın bir hukuk zorlaması niteliğinde bulunduğu muhakkak.

Sonra siyaseti zorluyoruz. Dibe vurmuş bir siyasi vasat var ülkede. Toplumun siyasete güveni yüzde 12'lerde. Kamuoyu yoklamalarında partiler baraj altında ve "Hiçbiri"nin iktidarı var. Ve bütün kamuoyu yoklamalarında önde gözüken bir ismi allem edip kallem edip çiziyoruz. Herhalde onun üstü çizildiğine göre mevcutlardan birine mahkûm edilmek isteniyor insanımız. İşte bu kötü siyasetin halka zorla dayatılmasıdır. Oysa bu zorlamanın içinden, belki de hiç umulmayan bir şey çıkacak. Toplum, tıpkı 12 Eylül'cülerin Turgut Sunalp'a verdiği desteğe sandıkta isyan ettiği ve tepkilerini Turtugut Özal'a destek vererek gösterdiği gibi, Erdoğan'lı veya Erdoğansız AK Parti'ye tahmin edilemeyecek ölçüde sıçrama yaptıracak.

Sonra toplum vicdanını zorluyoruz. Toplum vicdanı ile birlikte devlet-toplum ilişkilerini zorluyoruz. Başörtüsü konusundaki "devlet hassasiyeti" ile "toplum hassasiyeti"nin böylesine çelişkili bir noktaya sürüklenmesinin oluşturduğu toplum psikolojisine temas etmek istiyorum. Israrla söylüyorum, bu konuyu çözmediniz, çözemediniz. Sadece vicdanların üstünde bir baskı oluşturuldu. Yani toplum, sözümona "özgürlükçü" Avrupa tarafından da desteklenen "hakim irade" karşısında bir şey yapamamanın ezikliği ile teslim oluyor. Bu, hakim iradeye gönül rızası ile bağlanmak değildir. "Başörtülüler kurucu üye olamaz" yaklaşımının ilk uyandırdığı tepki "Başörtülüler oy veremez' noktasına ne zaman gelinecek?" kaygısı oldu. Oraya mı gidiyoruz? Başörtüsü olayı bir sancı yumağı halinde insanımızın yüreğinde durup duruyor. Başörtüsü yasağının arkasında duran tüm kurumlar yara alıyor. Türkiye er-geç başörtüsü yasağını kaldıracak. Başsavcı'nın AK Parti girişiminde en yaralayıcı boyutun "başörtüsü" ile ilgili değerlendirmeler olduğunu vurgulamalıyım. Yanlış yapılıyor. Türkiye'nin normalleştiğinin göstergesi beki de devlet-toplum ilişkilerini yaralayan başörtüsü yasağının kalkması olacaktır.

Bütün bu zorlamalar, ekonomik bakımdan dibe vurmuş bir toplumun kıvranan halet-i ruhiyesinin üstüne bindirme yapıyor. Türkiye "sosyal patlamalar"ı konuşuyor. Olmasın sosyal patlama, bu, ülkeyi daha dip-derinliklere sürükler. Olmasın ama, Türkiye'yi yönetenler de, toplum ruhuna bu kadar tortu yüklemesin. Patlama olmaz belki ama, toplum kusar bu kadar tortu birikimini...


23 Ağustos 2001
Perşembe
 
AHMET TAŞGETİREN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED