T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Partiler "devlet kurumu" imiş de haberimiz yokmuş!

Cumhuriyet Başsavcısı S. Kanadoğlu'nun, kurulalı henüz bir hafta olan AK Parti ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi ve partinin Genel Başkanı R. T. Erdoğan ile başları örtülü altı üyesinin ihracını istemesi, başkanın yetkilerini kullanmasının önüne geçilmesi için "tedbir" konulmasını talep etmesi önemli sonuçlar doğuracak bir gelişmedir.

Aslında T. Erdoğan ile ilgili olarak herhangi bir gelişmenin olabileceği beklenmekteydi. Zira daha parti kurulmadan önce bu yönde bazı tartışmalar vardı. Bu tartışmalarda 312/2'den mahkum olanların af edilmiş olsalar bile milletvekili, parti kurucusu ve üyesi olamayacakları hükmüne dikkat çekiliyor ve Erdoğan'ın durumu her ne kadar "af değil" "erteleme" olsa bile sonucun değişmeyeceği belirtiliyordu. Elbette ki Erdoğan'a cesaret veren gelişme 312/2'den mahkum olmuş olan Hasan Celal Güzel'in parti üyeliği hakkında Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karar olmuştur. Neticede Erdoğan ve AK Parti kurucuları böyle bir riski göze alarak Erdoğan'ı partinin genel başkanlığına getirmişlerdir. Bu bakımdan cumhuriyet başsavcısının Tayyip Bey ile ilgili talebi fazla yadırganmamış bulunmaktadır. Yadırgatıcı olan genel başkanlık yetkilerini kullanmasıyla ilgili olarak talep ettiği "tedbir" olmuştur.

"Türban dayatma" imiş...

Herkesi veya toplumun önemli bir kesimini şaşırtan, yadırgatan ve "Bu da olur mu?" dedirten gelişme ise AK Parti'nin kurucuları arasında yer alan altı başı örtülü kadın üyenin parti üyeliğinden çıkarılmasının talep edilmesidir. Bununla ilgili olarak "simge ve dayatma"dan söz edilmesi, laiklik ilkesine atıf yapılması, başı örtülü olanların milletvekili olamayacakları halde parti üyesi ve kurucusu yapılmasının arkasından bazı kasıtlar aranması gerçekten ilgi çekici, tartışmaya açık ve daha da önemlisi ciddi bir problematik alanı oluşturmaktadır.

Bu konuda gözden kaçan küçük bir ayrıntı vardır ki aslında işin püf noktası tam da orasıdır. Siyasi Partiler Kanunu'nun 11. maddesi "Onsekiz yaşını dolduran, medeni ve siyasi hakları kullanmak ehliyetine sahip bulunan her Türk vatandaşı bir siyasi partiye üye olabilir" demektedir. Maddenin devamında "Ancak" ile başlayan fıkrada kimlerin siyasi parti üyesi olamayacakları açık şekilde belirtilmiştir. Altı ayrı maddede düzenlenen parti üyesi olamayacaklar kısmında "başı örtülü olanlar"ın parti üyesi olamayacaklarına ilişkin hiçbir hüküm bulunmamaktadır.

Bu mesele sanıyorum daha çok tartışılacaktır. Benim dikkat çekmek istediğim nokta ise şurası: Sayın Başsavcı başı örtülü üyelerin partiden çıkarılmasını isterken başı örtülülerin üniversitelere alınmamasını gerekçe göstermekte ve iki olayı kıyaslayarak "türbanlılar üniversitelere alınmazken partiye nasıl alınırlar?" demeye getirerek partiden ihracını istemektedir.

Aslında bir kamusal hizmet sunan üniversitelere başları örtülü öğrencilerin alınmamasının bir ayrımcılık olduğu, vatandaşların eğitim hakkının hiçbir gerekçe ile engellenemeyeceği, bu uygulamanın hukuksuz olduğu gibi eleştiriler yapılmaktadır. Fakat eleştirilere rağmen bir oldu bitti şeklinde yasak sürmektedir. Başları örtülü olanların devlet dairelerde çalıştırılmamaları hususunda ise daha kesin bir kanaat vardır. Partinin üyeliğinden çıkarılmasının istenmesi olayında ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Bir kere siyasi partiler bir devlet kuruluşu, bir kamu kurumu değildir. Dünyanın her yanında partiler sivil toplum kuruluşları olarak görülürler ve böyledirler. En fazla sivil toplum ile siyasal toplum arasında bir yerde bulunmakta ve bu iki kesim arasında aracılık yapmaktadırlar.

Başsavcının mantığından hareket edildiğinde dernekler, vakıflar, sendikalar ve her türlü sivil toplum örgütleri bu kapsama alınarak üyelerinin başları örtülü mü değil mi araştırması yapılabilir. Siyasi parti ile bir dernek arasında herhangi bir fark yoktur. Zaten dünyanın pekçok ülkesinde partiler "siyasal dernek" olarak görülmektedirler. Bizde de 1950'lere kadar partiler için özel bir yasa yoktu ve dernekler kanununa göre kurulan siyasi derneklerdi.

Türkiye üzerindeki gözlemlerine güvendiğim bir arkadaşım Türkiye'de devletten, siyasal sistemden özerk, sivil hiçbir kurumun olmadığını savunmuştu da kendisine itiraz etmiştim. Meğer ne kadar da haklı imiş!

Evet Türkiye'de her şey devlet kurumu olarak görülmekte, özerk hiçbir alan bırakılmamaktadır. Partiler devlet kurumu olarak görülmemiş olsaydı üyelerinin nasıl giyineceklerine devlet karışır mıydı? Gerçekte sivil toplum diye bir şey yok. Her şey siyasal toplumun denetimi ve yönlendirmesi altında seyrediyor. Geriye kala kala sokaklar kaldı. Bakalım sokaklarda kimlerin dolaşabileceklerine ne zaman karar verilecek?


23 Ağustos 2001
Perşembe
 
DAVUT DURSUN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED