T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

R Ö P O R T A J
İKTİSATÇI SÖNMEZ: PROGRAM TÜRKİYE'NİN DIŞ BORÇ BAĞIMLILIĞINI ARTIRACAK
Amaç borç ödetmek

Yeni ekonomik program, tamamen bir borç tahsilatı operasyonu. Kemal Derviş de bu programın tahsildarıdır. Programdan sonra sırtımızda 154 milyar dolarlık bir borç yükü duracak. Hedefler böyle... Bazı yasaların baskıyla değiştirtilmesinin yapısal değişiklikle alakası yok. Paramızın tarıma, sağlığa, eğitime, maaşa değil dış borç ödemesine gitmesini sağlamaya çalışıyorlar.

Krizin üzerinden 4 ay geçti. Hasar tesbiti yapılabildi mi?

En büyük hasar Türkiye'nin iç ve dış borç yükünün artmasıdır. IMF'ye verilen niyet mektubunda yer alan tablolara göre bizim 2000 sonundaki toplam iç ve dış borcumuzun 153 milyar dolara çıkmış olduğu görülüyor. Bu, henüz Şubat krizini görmemiş rakam. Şubat krizinin yükünü 2001 sonunda göreceğiz.

Krizin sloganı "bir gecede yüzde 40 fakirleştik" oldu. Ne kadar fakirleştik?

2000 yılında Türkiye'nin kişi başına düşen geliri 3 bin 93 dolar. 2001 yılında ise bu rakam 2 bin 519 dolara düşecek. Yani kişi başına yaklaşık 600 dolarlık bir yoksullaşma olacak. Bu da hatırı sayılır bir yoksullaşmadır. Tabii büyüme hızı da düşecek. TÜSİAD bile yüzde 6 küçülme bekliyor. Yani hasar, tahmin ettiğimizden daha büyük.

IMF politikalarıyla tarihi bir kriz yaşadık. Şimdi yine IMF ile yola devam etmek demek Türkiye'nin borca dayalı paradigmayı asla kıramayacağı anlamına gelmiyor mu?

Öyle... Kamuoyu IMF'ye verilen niyet mektubunun içeriğini bilmiyor. Mektuba göre 2002 yılının sonunda Türkiye hem yoksullaşmış hem de borcu azalmamış aksine artmış bir ülke olarak görülüyor. 2002'de yüzde 5'lik büyüme ve kişi başına gelirin 2 bin 800 dolara çıkması umut ediliyor ama iç ve dış borç yükü yine artıyor. Yani, yoksullaşma, kemer sıkma, sıkıntı devam edecek ama borcumuz azalmayacak.

Burada biraz duralım... IMF'ye verilen mektuptaki niyet çok mu bozuk?

Tamamen bir borç tahsilatı operasyonu. Programın adı sıkıntıyı, borçları ödemek demek. Sıkıntının sonunda düze çıkmak yok. Sırtımızda bu kez de 154 milyar dolarlık bir borç yükü duracak. Hedefler böyle... Borcu borçla kapatmış olarak ve borcunu yüksek maliyetlerle ödemiş bir ülke kalmaya devam edeceğiz. Bu programa IMF'nin tahsilat programı olarak bakıyorum ve Kemal Derviş de bu programın tahsildarıdır. Verilen niyet mektubunda Türkiye'nin gelişmesi ve kalkınmasıyla ilgili bir vizyon sözkonusu değildir. 2003'ten sonra Türkiye bu sıkıntıları geride bırakacak, büyüme dönemine geçecek ve refaha ulaşacak diye bir şey yok. Şu an bütün yapılanlar vakti gelecek olan borçları garanti altına almak, alacaklılara güven vermek, borçları sıkıntıya düşmeden ödemek üzerine kuruludur.

Bundan kurtulmak mümkün mü de Türkiye aksini mi yapıyor?

Tabii mümkün... Siz eğer "ben kendi borç ödeme takvimimi yapacağım" dediğiniz anda bütün değişkenler farklılaşır. Kendi imkanlarınıza göre bir politika yapar, yükleri ona göre dağıtırsınız. Türkiye, "Ben bunun siyasi, sosyal, ekonomik maliyetlerini ödeyemem ve ödemek de zorunda değilim. Kusura bakmasınlar alacaklılar da benim şartlarına uyacaklar" diyebilir.

O zaman da başımız beladan kurtulmaz! Baksanıza bir gecede ne hale getirildik.

Bakın IMF'nin onca gürültüye rağmen verdiği para 17-18 milyar dolar. Türkiye'nin bu yıl sonuna kadar ödemesi gereken iç ve dış borç miktarı ise 79 milyar dolar. Bu parayı büyük ölçüde iç kaynaklardan temin edeceğiz ya da dışarıda başka türlü borçlanacağız.

Öyle bir şey söylüyorsunuz ki, "15 günde 15 yasa.... yapılanma, değişim.. vs." adına koparılan bütün gürültüler havada kalıyor. Bunların anlamı nedir?

Bunun neresi değişim... Özelleştirmeye değişim diyorlar. Satacaksın borç ödeyeceksin. Tütün eken adama para vermeyeceksiniz, oradan tasarruf ettiğiniz parayla bankaların zararlarının ödeyeceksiniz ondan sonra da buna değişim diyeceksiniz. Bütün bunlar Türkiye, kaynaklarını içeriye mümkün olduğu kadar az dağıtsın da borçlarını düzenli ödesin diye yapılıyor. Türkiye'nin tarımının bir noktaya gelmesi ne IMF'nin ne de Dünya Bankası'nın umurunda. Onların umurunda olan tek şey var, toplanan kaynaklar tütüne gitmesin, tarıma gitmesin, maaşa gitmesin, sağlığa, eğitime vs. gitmesin, borçlara gitsin. Borçları ödeyin. Bunu ödeyebilmeniz için de kemerleri sıkın. Bütün harcamalarınızı reel olarak yüzde 8 azaltın da buradan tasarruf ettiğiniz paralarla borç ödeyin.

Dünya, Türkiye'nin gidişatından bu kadar mı tedirgin oldu, duruma el koydu?

Şunu unutmayın Türkiye dünyanın önemli borçlularından birisi. Dünya Bankası istatistiklerine göre milli gelirle kıyaslandığında borç yükü açısından Endonezya, Rusya ve Türkiye ilk sıralarda bulunuyor. Biliyorsunuz benzer operasyonlar oralarda da oldu. Üretme gücünüzle kapasitenizin üstünde bir borç yükünün altına girmişsiniz ve tıkanmışsınız. Tabii ki tahsilatıyla bu kadar yakından ilgilenecekler...

...Ve dolayısıyla, bu kriz planlanmış bir kriz olamaz mı?

Kriz, IMF dahil olmak üzere bir sürü odaklara birtakım şeyleri daha kolay empoze edebilme imkanı verdi. Türkiye bu kadar daralmamış olsaydı IMF, "şu tütün yasasını beğenmedim, kaşınızı, gözünüzü beğenmedim" diyebilir miydi. Türkiye bu kadar kolay marke edilebilir miydi? IMF'nin bu kadar Hazine'nin içine girdiği, temsilcilerini bürokrasinin içine soktuğu bir konjonktürü ben hatırlamıyorum. Onlar mı Türkiye'yi yanlış yönlendirerek bu noktaya getirdiler. Bu doğru olabilir.. O zaman da siz bu oyuna gelmeyin!...

Krizin faturası, siyasilere çıktı ama beri tarafta ranta dayalı koskoca bir iş dünyası var. Bugünkü tablo onların da eseri. Bu neden görmezden geliniyor?

Özellikle sanayici kesimde bir gözyaşı falan var. Ama, bugünkü politikaların hayata geçirilmesinde onların da payı var. Bir taraftan ağlıyorlar ama bir taraftan da atıl fonlarıyla gidip repo yaptılar, fabrikalarını çalıştırmayıp repo gelirlerinden birazını da işçilere dağıttılar. Hem ağlaştılar ve hem de kervana katıldılar. Büyük holdingler, büyük sanayi kuruluşları iki şapkalı. Bir tarafları sanayici, bir tarafları rantiye. Sakıp Sabancı "yüzde 40 yoksullaştık" diyor ama belki sanayi tarafı yoksullaşmıştır. Öbür tarafı Akbank... O da inanılmaz kârlar elde etti. Sanayici aradaki dönemi hovardaca harcadı, güçleri azaldı... Yabancıların Türk şirketlerine talip olmaya başlaması bunun göstergesidir.

İşveren kuruluşları sürekli olarak hükümete ve ekonomik programa destek vermeye devam ediyorlar...

Kriz sonra TÜSİAD başta olmak üzere bütün işveren kuruluşları suçu IMF'ye yükledi, sonra da bu programa destek açıkladılar. Bizzat Sayın Ecevit, "IMF çağdışıdır" dedi. Fakat, daha sonra tekrar IMF'ye gidildi. Hatta, imzalanan niyet mektubunun ilk paragrafında yeni programın iflas eden eski programın "devamı" olduğu belirtiliyor. Bu bir tekzip ve çaresizliktir.

Türkiye'nin 200 milyar dolara yakın GSMH'si var. Yılda bir o kadar para da giriş-çıkış yapıyor. Bankalarda 50 milyarı aşkın döviz mevduatı var. Nasıl oluyor da 6-7 milyar dolar para kaçtığı için krize giriyoruz? Ve ayrıca bu şartlarda krize giren ülke her zaman krize girmeye aday olmaz mı?

Evet her zaman olabilir. Türkiye'nin yumuşak karnı da budur. Yapılacak üç şey vardır. Borç takvimini kendi şartlarımıza göre ayarlamamız. Çok ciddi bir vergi reformu yaparak ödeme gücü olan kesimleri vergilendirmemiz lazım.

Şimdi size "üçüncü kriz geliyor mu?" diye sorsam çok gereksiz bir soru gibi kalacak...

Şu dönem birşeyler iyiye gidiyor gibi oluyor. Mayıs enflasyonu beklenenden düşük çıktı. Haziran, Temmuz, Ağustos'ta da düşük çıkar. Buna bağlı olarak faizler de düşer. Birileri bu tabloya bakıp çok erken sevinmeye başlar satış kampanyaları gelir. Bu arada ithalat da artar. Dolayısıyla cari açık artar. Bu süre içerisinde döviz kuru da bu rakamlarda tutulursa tekrar sermaye kaçışı yaşanmaya başlar. Zaten böyle bir sinyal alınırsa piyasa dolara kaçar. Bunlar kriz faktörleri. Zaten, bu program harfiyyen uygulansa bile Türkiye her halükarda düzlüğe çıkmıyor.


 
Mustafa Sönmez
İktisatçı, Mustafa Sönmez 1978'de ODTÜ İdari İlimler Fakültesi'nden mezun oldu. Birçok gazete ve dergide, yöneticilik, ekonomi editörlüğü ve yazarlık yaptı. 1978'den beri 10'un üzerinde kitap ve çok sayıda araştırması yayınlandı. Sönmez'in geçtiğimiz hafta piyasaya çıkan "Gelir Uçurumu... Türkiye'de Gelirin Adaletsiz Bölüşümü" isimli kitabı da bu önemli sorunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.

Böyle vurgun savaşta bile olmadı

Kriz deyince insanın aklı sonuçta hep eksilen gelirine takılıyor. Siz de geçen hafta bu konuda önemli bir araştırmanızı kitap olarak yayınladınız. Gelir dağılımı uçurumu ne kadar büyüdü?
Henüz krizin olmadığı dönemde çektiğimiz fotoğraf bize şunu gösteriyordu. Türkiye dünyanın en kötü gelir dağılımına sahip beş ülkesinden birisi. Araştırmamıza göre, 2000 yılının ortalarında bile Türkiye'nin en zengin yüzde 1'lik grubuyla en yoksul yüzde 1'lik grubu arasında 236 kat fark vardı. En zengin yüzde 1'lik grubun hanesine aylık 13 bin dolar, en fakirin hanesine ise 54 dolar civarında bir para giriyordu. Bu rakam İstanbul'da 322 kata çıkıyor. İstanbul'da en zengin yüzde 1'lik grubun hanesine ayda 47 bin dolar giriyor, en yoksul yüzde 1'in hanesine de 154 dolar giriyor. İstanbul'un yüzde 1'i tek başına, İstanbul gelirinin yüzde 30'unu ele geçiriyor. İstanbul'da yüzde1'in hanesine giren gelirle yüzde 75'in hanesine giren gelir eşit durumda. Bunu bir gözünüzün önüne getirin.
Şimdi, krizden sonraki durumu gözümün önüne getirmeye çalışıyorum...
Krizden sonra denge daha da bozuldu. Yoksul kesimler devalüasyon sonrası arka arkaya gelen zamlarla iyice çöktü. Bunlardan çok daha önemlisi olağanüstü bir işsizlik yaşanıyor. Önceki programa inanan küçük ve orta ölçekli işletmeler, esnaf büyük borç yükü altına girerek iflas etti.
Bunlar, fakirleşenler ve kaybedenler... Peki, kimler zenginleşti?
Bir kere, krizi dolarda karşılayanlar özellikle büyük finans kuruluşları, holdingler, bankalar olağanüstü kârlar elde ettiler. Devalüasyonun kokusunu alan bazı bürokratlar ve onların haberdar ettikleri bankacılık kesimleri de büyük kârlar elde etti.
Bu nasıl iştir? Bankacılık sınıfının bir imtiyazı mı var da her krizde üstte kalmayı, kârlı çıkmayı başarıyorlar?
Tabii akıl almaz bir şey. Bunun niye hesabı sorulamaz bilemiyorum. Başka ülkede olsa diyeceğim, başka bir ülkede böyle bir şey olmaz. Merkez Bankası Başkanı bile, devalüasyon öncesi TL'den dolara geçiyorsa bu bilginin sadece kendisinde kaldığına nasıl inanacağız. Bu tiynetteki insanların bu bilgiyi başka yerlere satmadıklarından nasıl emin olacağız, bilemiyorum. Ortada çok açık bir durum var. Devalüasyondan önce 4 büyük banka karar değiştiriyorlar ve Merkez Bankası'ndan dolar alıyorlar. Türkiye savaş yıllarında bile olmayacak ölçüde vurgunlarla karşı karşıya....
Türkiye IMF'nin kobayı
IMF Türkiye'yi bir kobay gibi kullanıyor. Orada Stanley Fischer diye bir Başkan Yardımcısı var. Türkiye'de bir şey deniyorlar hemen bununla ilgili bir makale yazıyor. Şimdi dalgalı kur deneniyor onunla ilgili yazdı. Adam için 70 milyonluk Türkiye bir laboratuvar. Akademik egzersiz yapıyor, Türkiye üstüne.
11 Haziran 2001
Pazartesi
 
 
Künye
Temsilcilikler
Reklam Tarifesi
Abone Formu
Mesaj Formu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED