T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Derin kuyu

Bizim dünya görüşümüz, yaşama biçimimiz tabiatı ve sanatı seyirlik bir unsur olarak algılamaz. Bilakis onu yaşanacak; tadına, âhengine varılacak bir ortam diye algılar. Dolayısıyla meselâ bahçe geleneğimizde "süs bitkisi" pek yoktur. Ağaç bahçede ise meyve vermeli; çiçek kapı önünde, duvar dibinde ise mevsimi gelince açmalıdır.

Gülü koklamak esastır; meyveyi dalından koparıp yemenin tadı bir başkadır. Bütün bunlar tabiatın güzelliğine, işleyişine katılmak mânasını taşır.

Temmuz sıcağının ortalığı kavurduğu bir öğle sonunda; terli ve yorgun halde; önümüze âniden çıkıveren koyu gölgeli bir ulu ıhlamur ağacının dibindeki çayıra çökmek; şöyle bir nefes alıp serinlemek kim istemez.

İyi ama tabelada "çimlere basmayınız" yazıyor. Az ötedeki "park bekçisi" ıhlamurun dibine kimse çöreklenmesin diye pusuya yatmış bekliyor.

Anlaşılan burası korumaya alınmış bir yer. Oturmak, yemek, içmek, çiçek koklamak, gülüp-ağlamak yasak. Sadece uzaktan seyredeceksin, o kadar. İşte buna katlanmak zor.

Tabi şehirlerimizi dolduran kalabalık yasak falan dinlemiyor. Bendini aşan sel misali.

Taş yığınlarından oluşan apartıman ormanları arasında bunalınca kendini çoluk-çocuk dışarı atıyor. Gidecek bir yer de pek yok.

Her ağacın altı tutulmuş.

Otoyolun iki kenarında yeşermeye çalışan akasya fidanları dibine sığınıyorlar. Gelip geçen -kimbilir hangi yazlığa giden- spor otomobilli, güneş gözlüklü beyler-bayanlar bunları görünce: "Aaa, şunlara bakın otoyolun kıyısında pikniğe çıkmışlar" diye şaşırıyorlar.

Şehir [İstanbul] yeni bir bahara, yeni bir yaza girecek. Sahil şeritlerine şöyle bir pazar günü bir göz atın. Hani iğne atsan yere düşmez hale geliyor. Yeni yetişmekte olan bir fidanın dibinde beş aile barınmaya çabalıyor.

Evet... Bildiniz... Bu insanların alayı köylüdür. Bu sebepten sandalyede oturmayı sevmez, benimsemez, yere uzanırlar. Şehrin âdab-ı muaşeretini, kanun ve yasağını kolay algılayamazlar. Köyde sere serpe yaşamışlardır.

Boş bir yolda kırmızı ışık yanıyor diye uzun süre bekleyemez geçerler. "Çimlere basmayınız" tabelasına kulak asmazlar.

Bizim şehirlerimiz de çok değil elli sene öncesinde bahçelerle kaplıydı. Öyle ahım-şahım parklar, yapay şelaleler, havuzlar, geometrik çamlar, yürüyüş yolları yoktu. Salon da azdı, süs bitkisi de. Böyle şeylere o kadar ihtiyaç yoktu.

Adam avlusunda asma çardağının altındaki kerevete oturur, yediveren güllerin kokusunu duyar; dut zamanı dut; kiraz zamanı dalından kopararak kiraz yerdi.

Şimdi siz; "Ohoo, geçmişe mazi, ince bacaklı ite tazı denir" diye gülüyorsunuz.

Gülün, gülün.

İşte yaz geliyor, mevsimler [ABD'nin havaya sıktığı gazlar yüzünden] ısındıkça ısınıyor. Dolar almış başını gidiyor, işsizlik artıyor, esnaf kepenk indiriyor, yakında pancar-tütün-buğday eken köylüler de traktörleri ile yürümeye başlar.

Bu her yönden bastıran gerginliğin boğucu havasından bir nebze kurtulmak için kendinizi sahile atıp, bir ağaç altı aramayacak mısınız?

Ülkemizin meseleleri (Hani şair ne demiş: Hangi derdim söyleyim / Binlerce derdim var benim) ne kadar derin.

Dipsiz bir kuyu gibi. Eğilip baktıkça insanın başı dönüyor.


2 Mayıs 2001
Çarşamba
 
MUSTAFA KUTLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED